17 Ağustos 2014 Pazar

İblisin Canevinde Cinayet

Okyanusa dönmüş denizler için...

Bakışlarını sadece beyaz bir duvara odaklamış şekilde bakıyordu. Her şey ne kadar çabuk olup bitiyordu. Kaç saattir duvara boş gözlerle bakıyordu? Ya da sadece birkaç dakika mı olmuştu? Düşüncelerinin içinde boğulmak son zamanlarda çok sık yaşadığı bir şey de olsa bu durumdan artık sıkılmıştı. Birden bire çalan telefonunun sesi ile irkildi. Ne kadar süredir duvara baktığını tekrar düşündü. Çünkü hava kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Telefonun ekranındaki isme bakmadan telefonu yanıtladı. 

"Alo! Canım benim bugün müsaitsen sana geleceğim. Çok özledim seni. Hem dertleşmeye ihtiyacım var." 
Nazikçe "Peki." dedikten sonra telefonu kapattı. Saatin henüz yedi olduğunu fark edince rahatladı. Çünkü geceleri şeytan ile görüşmeleri oluyordu. Ve gecikemezdi. Telefonu kapattığı anda yine o günlerden birinin olacağını biliyordu. Gülümseyecekti. Ve telefonda sesi kötü gelen arkadaşına destek olup ona moral verecekti. Bunların hepsini yüzüne geçirdiği o harika maskesi sayesinde yapacaktı. Ne vardı? Yorulmuş muydu artık? Mutsuz olduğunda bile mutlu görünmekten mi yoksa insanları dinleyip kendi bir şey anlattığında dinlenmemekten mi? Bilmiyordu. Tek bildiği çok yorulduğuydu. Zaman geçti. Arkadaşı geldi gitti. Ve ona kalan şey yine sonsuz bir sessizlik, bardaklar dolusu yağmur ve şeytanın acımasız fısıltıları oldu. Bırak diyordu. Ne hali varsa görsün herkes. Bırak diyordu. Kendine vakit ayır. Bırak diyordu. Sadece kendini sev. Yorulmuştu. Her gece şeytanı dinleyip sabaha içindeki meleğe yenik düşmekten yorulmuştu. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu. Tek bildiği şey vardı ; İnsan ayrımı yapmadan insanlardan nefret ediyordu. Sevmiyordu kimseyi. Vicdansızları, iki yüzlüleri, mutlu olan insanları, mutsuz olan insanları. Sevmiyordu. Ve hiçbir güç ona insanları sevdiremezdi. Kendinden de nefret ediyordu. Çünkü hayatı boyunca çok hata yapmış ve lanet olsun ki hatalarının hiçbirinden ders alamamıştı. Düşüncelerine nasıl son vereceğini bilmediği için dışarı çıkmaya karar verdi. Kendini yağmura bıraktı. Dakikalar boyunca iliklerine kadar Zeusun gözyaşlarına boğulmanın tadını çıkarttı. Adımlarını hızlandırdı. O adımlarını hızlandırdıkça ayakkabılarının çıkardığı ses yağmurun sesini delip geçiyordu. İlerlediği bu dar, karanlık ve de yağmur ile yıkanmış olan sokağın sonundaki bir bara girmeye karar verdi. Girdi. Barmene yaklaşıp en sert içkilerinden istediğini söylediği sırada akan makyajı ile ne kadar çirkin göründüğünü düşünmeden edemedi. Birkaç içki içtikten sonra düşünceleri hafiflemeye başlamıştı. Ona yük olan birer ağırlıktan daha çok kul tüyü gibiydi hepsi. Nihayet bardan çıkmaya karar verdiğinde yağmur şiddetini arttırmıştı. Düzgün yürüyor muydu? Peki ya konuşması nasıldı? Lanet olsun! Hangi yoldan gelmişti bu yere? Düşüncelerinin hafifleştiği kadar bedinin de hafiflediğini hissetti. Başı ıslak betona çarpana kadar düşünebildiği tek şey geçmişti. Geçmiş, geçmişte kalanlar. Belki de hiç yaşanamayanlar, belki de hayatı boyunca yaşadıkları... Kaybettikleri, kazandıkları. Yaşamak ile ölüm arasındaki ince çizgi.
"Sanırım kendine geliyor. Nihayet." Tanrım! Kimdi bu konuşan insanlar. Hepsi de yabancı olduğu seslerdi. Gözlerini açıp o yabancı yüzlerin hiçbirine bakmak istemiyordu. Bütün o derdini dinlediği, kötü zamanlarında yanlarında olduğu insanlar neredeydi? Neden hiçbirinin sesi bu yabancılarınki bastırmıyordu şuan? 



Gözlerini canı yanarak açtı. Kafasında bir bandaj mı vardı? Peki gözleri neden bu kadar acımıştı. Sebebini ağrı kesicilere bağlamak istedi. Ona bakan yabancı gözleri ararken çok da yabancı olmadığı bir tebessüm ile karşılaşınca mutlu oldu. Tabii ya eski arkadaşlarından biri doktor olmuş ve evine sadece yüz metre uzaklıktaki hastanede çalışıyordu. Bunu iki sene önce öğrenmişti. O zamandan beri sadece iki kez de görüşse o arkadaşıyla, o yeşil tanıdık gözler, sımsıcak bir gülümseme ile ona bakıyordu. "Hey!" dedi. "Nihayet gözlerini açtın." "Ben, ben..." Lanet olsun. İlaçlardan nefret ediyordu. Gözlerinin üzerine tonlarca ağırlık çökmüştü. "Sorun değil, kendini zorlama. Biraz daha uyu." 

Uyandığında kendini daha iyi hissediyordu. Peki ya doktoru neredeydi? Ve doktoru doktor olduğu için mi yoksa arkadaşı olduğu için mi onunla ilgilenmişti? Tabii ki doktor olduğu içindi. Yoksa iki yıldır görmediği birine niye bu kadar sıcak davranacaktı ki? "Nihayet hastamız kendine gelmiş. Seninle hastanede değil de dışarıda sağlıklı bir şekilde görüşmeyi daha çok isterdim." Ve yine o dikkat çekici tebessüm. Kısa saçları ve gözlerinin altındaki uyku torbacıkları ne kadar uzun süredir uyumadığını ele veriyordu. Kendi halini düşündü. Akmış makyajını temizlemişler miydi? Pek ya açık kahverengi saçları ne haldeydi. Ela gözlerinin içi gülüyor muydu hala? Kendini düşünmeyi bırakıp karşısında duran ne kadar yıpranmış da olsa hala nefes kesecek kadar yakışıklı olan arkadaşına nazikçe cevap verdi. "Ah, kusura bakma." "Sorun değil, benim işim bu. Kendini daha iyi hissediyor musun?" "Teşekkürler daha iyiyim." "İki üç güne hastaneden çıkabilirsin. Ama tedbir amaçlı seni biraz daha burada tutacağız. Kafana ağır bir darbe almışsın. Ama şuanda iyisin. Kendini halsiz ve yorgun hissetmenin tek nedeni ilaçlar." "İlaçlardan nefret ediyorum." "Huysuz bir hasta daha. Ve yine o hayat veren tebessüm 
Aradan günler geçip hastaneden çıktığında arkadaşını aradı. Gerçekten arkadaşı mıydı? Yoksa sadece doktoru mu? Çevirme sesi gelmeden telefonunu kapattı. Neden aklı bu kadar karışmıştı sanki? Duvarına dalmış yine düşüncelerini gözden geçirirken yine telefon sesiyle irkildi. Yine numaraya bakmadan açtı. Ve yine dert yanacak olan arkadaşlarından hangisinin olduğunu sesinden anlamak için alo sesini duymayı bekledi. "Alo?" Fakat bu seferki yumuşak bir erkek sesiydi. Doktoru -kabul arkadaşı- onu arayıp görüşmek istemişti. Bir kafeye gidip konuşmaya başladıklarında ilk kez birine kendi dertlerini anlatmıştı. Ve ilk kez dinlenmişti. Kendini iyi hissediyordu. Arkadaşına teşekkür edip evine yürümeye koyuldu. Artık maske takmak zorunda değil miydi? Belki de öyleydi. Yürümeye devam ettikçe düşüncelerinin onu aslında hiç terk etmediğini, ne kadar ve kiminle konuşursa konuşsun artık kendi benliğinin bir parçası haline geldiğini görünce üzüldü. Neden geçmiyordu hiçbir şey? Acıları neden dinmiyordu? İçindeki deniz kuruyup göl, sonra bir birikinti haline geleceğine neden bir okyanus vardı? Ağlamak, daha çok ağlamak ve içindeki bütün acılara son vermek istiyordu. Mutsuz olmayı sevmiyordu.  
O gece şeytan ile buluşmadı. 
Ruhu sessizce okyanusa karışmıştı.