29 Aralık 2014 Pazartesi

Atıkların Oluşturduğu Birikintiler

Biraz deniz esintisi, biraz yağmur, biraz çürümüş yosun kokusu... Ah beyefendi! Siz İstanbulsunuz. Kaçamazsınız İstanbul'dan. Kaçamazsınız Ha-liçten ha kendinizden. Yok mu sizin de yarım kalan aşklarınız? Yok mu sizinde hayatınızdan kalan atıklar hiç? Bir eski en yakın arkadaş, bir eski sevgili, birkaç eski kıyafet, özlenen birkaç eski şehir... Uğruna şiirler yazdığınız biri yok mu yoksa?! Uğruna şiirler, bloguna şarkılar yazılmış insanım ben. Ha ha! Yalnızlıklarınızı, pişmanlıklarınızı toplayın ve bu gece yağmurun en çok ıslattığı yerde buluşun benimle! Sayın seyirciler, kumpanyama hoş geldiniz! Bu yıla bomba gibi bir başlangıç yapmak için bomba gibi bitiriş yapmak gerekmez mi? Ah be beyefendi! Bir insanı uzaktan sevmek. Uzaktan sevdikçe ondan uzaklaşmak. Dokunmadan, görmeden, hissetmeden sevmek birini. Ama kimi? Hayır, bu kez tozların eskittiği bir sayfada gizli değil aşk. Burası benim kumpanyam! Sessizlik ve biraz huzur! Karşınızda Sessiz Çığlıklar Kumpanyasının Sahibesi! 


"Çıkma bu havada ya üşürsün." İnanılmaz! Onu düşünen biri vardı nihayet. Ne yazık ki bu ses bir yabancıdan ötesi değildi. Öyle bir mevsim var ki dışarıda, sadece ağaçların altındaysanız yağmur yağıyordu. O ise devamlı şemsiyesini yanında taşımaktan sıkılmıştı artık. Evden çıktığında yağmur duruyordu her defasında. Ne fark ederdi ki? Yağmura yaptığı bu ihanetin sonucu olarak tabii ki taşıyacaktı şemsiyesini elinde. Bu belirsizlik, bu kimsesizlik canını acıtıyordu artık. Etrafına baktığında yağmurdan başka kimsesinin olmadığını görünce içi parçalanıyordu. Geceleri sessizce ağladığında anlıyordu bunu. Hayatı geçip giderken bir avuç kum tanesini avuçlamışcasına, fark edememişti hayatın onda bıraktığı artıkları. Şimdi o artıklar birleşmiş okyanus olmuştu. Ve okyanusta boğulmak en tehlikeli şeydi. Özlemişti. Geçmişini. Eski hayatını belki. Eski arkadaşlarını, eski arkadaşlıklarını, eski sevgililerini belki de. Kim bilir belki de özlemişti sadece geçmişini. Hayat, o hiçbir şey yapmasa bile geçip gidiyordu işte. Hayat, o farkında olmasa geçip gidiyordu işte. Ah ne zordu bir arkadaşı özlemek! Onunla beraber çıkıp çıkıp gezmeyi, delilikler yapıp gülmeyi, hiçbir şeye gerek kalmadan sadece bakışıp anlaşabilmeyi ne kadar çok özlemişti. Şimdi ise bir yabancı gelmiş ona "Üşüme" diyordu. Neden başka birisi düşünmüyordu onu? Neden değer verdiği biri düşünmüyordu da yabancı biri düşünüyordu onu? Ve neden sızıyordu "kırılgan gözyaşları çatlak göz kapakları"ndan. Özlemişti. Hayatının eskisi gibi olmasını istese de her bir kum tanesi çoktan uçsuz bucaksız bu sahile karışmıştı bile. "Üşümem, teşekkür ederim." dedikten sonra sessizce iş yerinin terasına çıktı. İşte deniz orada duruyordu. Yalnızdı belki o da. Kimsesizdi. Hiç şikayet etmiş miydi onu terk eden mehtaba? Hiç şikayet etmiş miydi üzerinden her gün gelip geçen onlarca gemiye? Kumsala vururken dalgalarını özür dilemiş miydi? Acıtmış mıydı birinin canını? Peki deniz, sevmiş miydi gerçekten mehtabı? Sadece alışkanlıktı onunki. Geçmişte olan şeyler, hep birer alışkanlıktı. Nasıl ki mehtabın denize duyduğu sevgi alışkanlıktan ibaretse, onun da geçmişine duyduğu hasret bir alışkanlıktı. İşte şuracıkta atıyordu kalbi. Bir adım atıp aşağıya atlasa atmayacaktı artık kalbi. Hayat bu kadar basitti işte. Sevebilecek kadar uzun, yaşamayacak kadar kısa. Yağmurun yüzüne çarptığını hissetti. Bir adım daha attı. Duyguları, çığlıkları yankılandı gökyüzünde. Yine o sesi duydu. Yine o yabancının sesini. "Dikkat et ."

29 Kasım 2014 Cumartesi

24 ŞUBAT 2014

 Bırakın bir yandan bu çalsın.




"Bu kaçıncı artık?!" Sahi ya bu kaçıncı sararıp düşen yapraktı? Sayamamıştı. Derdi neydi ki ağaçların yapraklarından? Yürümeye devam etti. Sarı sokak lambalarının aydınlattığı geniş sokakta ilerliyordu. Sessizdi. Aydınlıktı ama sessizdi. Hissedebildiği tek ey iliklerine kadar işeyen soğuktu. Ama mutluydu işte. Ne olursa olsun mutluydu. Hayata dair hep bir umudu vardı. En azından birkaç ay öncesine kadar rahatlıkla kuramıyordu. Şimdi ise içi o kadar rahattı ki. Çok şey yaşamıştı. Eskisi gibi cesur değildi mesela. Yazılarını yazarken bile eskisi gibi cesur değildi. Eve gidip o küçük defterine bir şeyler karalayacaktı her zamanki gibi. Belki bir kahve yapar bir sigara yakar sadece gecenin keyfini çıkarırdı. Tek istediği bin tane anısını canlandıran bu sarı sokak lambalarının aydınlattığı sokaktan bir daha geçmemekti. Bir anı binlerce anıyı sürüklüyordu peşinden. Yine de mutluydu işte. Ne yaşamış olursa olsun mutluydu. Nihayet evine vardığında kapısında onu çok farklı bir şeyin beklediğini bilmiyordu. Apartmana girdi kapıyı açtı. Karşısında, artık hatlarını hatırlamakta zorluk çektiği fakat gördüğü an her ayrıntısını hatırladığı bir yüzü gördü. Lanet olsun, ne yapacaktı şimdi? Sakince merdivenlere yönelmiş ki "Beni burada bırakamazsın." diyen ses, bütün hücrelerinde yankılanmıştı. Hayır, bir insan bin kere aynı hatayı yapmazdı. "İyi akşamlar." deyip sakince merdivenlerin yolunu tuttu. Tanrım, ne oluyordu ona böyle? Başka zaman olsa oturup saatlerce aptal bir adam için saatlerce ağlaması gerekmez miydi? Hayır, bir şekilde zaman bütün yaralarını o farkında olmadan sarmış olmalıydı. İçindeki lanet boşlukta bu yüzden olmalıydı. Unutmak. Çok büyük bir kelimeydi onun için. Herkes için öyle olmalıydı aslında. Tam o anda fısıldadı şeytan kulağına sessizce. "Git yanına." Ha ha! Artık şeytana bile uymuyordu. Ne olmuştu ona böyle? Yirmi bir yaşındaydı. Ve bu yaşta birine bağlanıp kopmuştu işte. Evet, daha çok erkek arkadaşı olabilirdi. o an anlamıştı aslında kendisine küstüğünü. Ayrılalı ne kadar olmuştu? Bir yıl, beş ay, bir ay? "BEN AY, SEN DÜNYA. SENİ SEVMEK BİN AY BELKİ DE ON BİN YIL KADAR." Çok sevdiği bir şairin dizeleriydi bunlar. Not ettiği tek tük şiir dizelerinden biriydi işte. Biranda aklından bütün saçma düşünceleri çıkardı. Bir tane sigara yaktı. Kahvesini koydu. Ve sessizce birkaç şiir dizesi mırıldandı "Yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi!" Cemal Süreya'ydı işte. Yağmur da başlamıştı. Yavaş bir müzik açmanın tam sırasıydı belki de. Camını açtı, yağmur havasını içine çekti. Huzur bu olmalıydı işte. Özlememişti. Hayır hiçbir şeyi özlememişti hayatında. Ve hiçbir şey için pişman değildi belki de. Evde oturmak aptallıktı. Çantasını kaptığı gibi dışarı attı kendini. Yağan yağmura aldırmadan kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek o sarı sokak lambaları ile aydınlanan sokaklardan geçti. Yağmur şiddetini biraz daha arttırınca yakınlardaki bir kafeye girdi. Tam tahmin ettiği gibi bir ortam vardı yine her zamanki kafesinde. Dans ve müzik eksik değildi. Bir yanda tatlı müzik çalarken gençler de dans ediyordu. Sadece çok sıkı tanıdıklarına içki verirdi kafenin sahibi, yani onun yaklaşık on yıllık yakın arkadaşı. O yüzden kimsenin sarhoş gibi bir hali yoktu. Herkes sadece eğlenmek için buradaydı. Aynı kendisi gibi. Arkadaşı da işte orada birkaç gencin yanında durmuş sohbet edip gülüyordu. Onun kendisine baktığını görünce arkadaşı onu uzaktan ve içten bir şekilde selamladı. O da gülümseyip bir masaya geçti. O an gözleri daha önce alışık olduğu sahnede çok yabancı bir tip gördü. Piyanist. Arkadaşı güç bela para ayarlayıp almıştı o elektrikli küçük piyanoyu bu küçük kafeye. Küçük bir grup çalardı her akşam. Piyanoyu daha yeni almıştı. Ve piyanist arıyordu arkadaşı uzun zamandır. bulmuştu demek ki. Yaklaşık bir haftadır uğramıyordu çok normaldi bulmuş olması. İlginç bir şekilde hayatının aşkını bulduğunu hissediyordu. Hayat, mucizelerle doluydu.

31 Ekim 2014 Cuma

"Ateşler Söndükten Sonra Artık Çok Geç"

"Güneş hiç batmaz, günler solsa da." bugün de bir değişiklik olsun dedim ve Direc-t 'in şarkı sözlerinden bir kısmını yazmak istedim. Uzun zamandır hikaye yazmıyorum. Yazasım da yok. Başladığım bir hikaye nedeni bilinmez ya devamı gelmeden kalıyor öyle. Ama gözlemliyorum yazmadığım süre içerisinde. İnsanları, ne kadar garip olduklarını, kimi zaman ne kadar düşüncesiz davrandıklarını. Her şeyi gözlemliyorum. Bir köpeğin patisiyle gözünü kaşımasından bir insanın kahkahasına kadar her şeyi. Ama hikaye yazmaktansa bunlarla ilgili yazmak istiyorum son zamanlarda. En çok gözlemlerimin içinde dikkatimi çeken ise hızlı yaşamamız. Hayat bir maraton sanki ve biz ona yetişmeye çalışan birer yarışçıyız sadece. Hayır! Böyle düşünmek çok saçma. İçinde bulunduğumuz anının tadını çıkarmak varken. Geri geri bakarken ileri yürüyemeyeceğimiz gibi ileri bakarak yürürsek de önümüzdeki engele takılıp düşebiliriz. O halde neden önümüze bakmıyoruz sadece? Neden devamlı gelecek için kaygı taşıyarak veya geçmiş için üzülerek geçiyor zamanımız? Neden şuanı, sadece şuan olduğu için sevmiyoruz da hep fazlasını istiyoruz sanki? İnsan, ne garip bir varlık. Elindekinin değerini bilmediği gibi elde ettiği şeyden de yeterince haz almıyor. Bir türlü hiçbir şey yetmiyor insana. Hep bir daha fazlası. Hep bir adım önde olma isteği. Bütün bunlar insanı o kadar garip ve gülünç bir hale getiriyor ki. Dışarıdan üçüncü kişi gözüyle bakın kendinize. Sahip olduğunuz bir şeyin daha iyisini istemediğiniz oldu mu hiç? Olmamıştır. Herkes için bu durum geçerli. Elimizdekinin kıymetini bilmeden hızlı hızlı yaşıyoruz sadece. "Sahip olduğumuz şeyi bulamayanlar da var." mantığını da sevmiyorum. Bu cümleyi kurmak sosyal sınıf ayrımı yaratmaktan başka bir şey değil bana göre. Bütün bunları fark edemeyişimiz hızlı yaşamaktan. Kaçımız bugün aynı durakta otobüs beklediğimiz adamın üzerindeki kıyafete dikkat etti? Kaçınız bugün her zaman gözünün önünde duran bir eşyanın rengini bilmiyor? Ne yazık ki o kadar meşgul ki kafamız hayattaki mutlu eden en ufak ayrıntıları bile göremiyoruz. Kafamızın içinde bin bir türlü düşünce ilk minik bir göl oluşturuyor sonra bir deniz en son bir bakıyoruz ki okyanusta boğuluyoruz. Düşündüğümüz adar hızlı konuşamıyoruz. Veya ben bu satırları yazarken düşündüğüm kadar hızlı değilim. Öyle olsa bu yazı birkaç saniye de biterdi. Peki en son ne zaman gerçek bir şey için düşündünüz? Geçmişte olan bir şey için değil veya geleceğinizi planlamaya yönelik değil. Kendiniz hakkında en son ne zaman bir şey düşündünüz? Aynaya baktığımızda oluşan yansımadan daha fazlasıyız hepimiz. Kimi zaman yorgun düşen bir savaşçı, kimi zaman mutlu bir aşık, kimi zaman huysuz bir ihtiyar kimi zaman yaşamaya karşı umudunu kaybetmemiş bir kelebeğiz aslında hepimiz.
 Asıl önemli soru ne zaman kendimiziz? 

                                                       



21 Eylül 2014 Pazar

Ya Derdime Derman!

Ahmet Kaya - Katlime Ferman şiddetli tavsiye
  
                                                                                6 Eylül 2014 



Bir komşumun intiharına şahit oldum. Şahit oldum denemez aslında. Ben kalkıp baktığımda saat 04.20 sularıydı. Kendini sekizinci kattan atan komşumu işte tam da o an gördüm. Hala görüntü gözümün önünde ne yazık ki. Sadece üç saat daha yaşayabilmiş. Öldü. Evet korkunç bir şey. Bir insanı o şekilde görmek, kendi hayatına son veren bir insanı o şekilde görmek inanın çok zor. Evet, ben burada birçok kez intihar eden insanların hikayelerini yazdım. Evet ben burada birçok kez ölümün korkunç ve ürkütücü yanını değil içten içe hepimize cazip gelen kendini bize çeken yanını anlattım.

 Siz bunlardan ne anladınız neler düşündünüz bilmiyorum. Bir yanlışım olduysa affola. Ben kendi çapımda yazıyorum. Ama anladım ki ne kadar basit ne kadar sığ düşünerek yazmışım. Tabii ki bütün hikayelerimde insanlar ölmedi. Tabii ki bunları yazarken kimi zaman zorlandım kimi zaman ilhamımı yitirdim. Tepkiler aldım. "Amaaaan yeğaaa sende de herkes ölüyooo yeğaaaa." gibi saçma salak tepkiler de aldım. Ama okuduğunuz zaman sadece ölümü anlatmadığımı, aslında hayatı ve yaşamayı anlattığımı umarım anlarsınız. Okurken en azından bir yerden kendinizi içinde bulmuşsunuzdur umarım. "Aa, evet gerçekten de böyle bazen." dediğiniz olmuştur umarım birkaç kez de olsa. Ya da umarım anlattığım hikayedeki dünyaya girmiş, olaydaki kahraman gibi düşünmüş ve hikayelerimi benimsemişsinizdir. Bundan sonra ölümle ilgili yazmama kararı aldım. En azından uzun bir süre. Zaten artık sık sık yazmıyorum, yazamıyorum. Yazarsam bundan sonra içinde ölüm olmayacak. Dediğim gibi olursa da çok çok sonraları olur. O yüzden ölümle ilgili hikayelerimi okumak isterseniz önceki yazılarımı okuyabilirsiniz. Bundan sonra ne yazarım nasıl yazarım bilmiyorum. Hikayelerimdeki gibi düşünmüyorum. Hikayelerimdeki kahramanlardan hiçbiri ben değilim. Her insanın bir hayal gücü vardır. 

17 Ağustos 2014 Pazar

İblisin Canevinde Cinayet

Okyanusa dönmüş denizler için...

Bakışlarını sadece beyaz bir duvara odaklamış şekilde bakıyordu. Her şey ne kadar çabuk olup bitiyordu. Kaç saattir duvara boş gözlerle bakıyordu? Ya da sadece birkaç dakika mı olmuştu? Düşüncelerinin içinde boğulmak son zamanlarda çok sık yaşadığı bir şey de olsa bu durumdan artık sıkılmıştı. Birden bire çalan telefonunun sesi ile irkildi. Ne kadar süredir duvara baktığını tekrar düşündü. Çünkü hava kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı. Telefonun ekranındaki isme bakmadan telefonu yanıtladı. 

"Alo! Canım benim bugün müsaitsen sana geleceğim. Çok özledim seni. Hem dertleşmeye ihtiyacım var." 
Nazikçe "Peki." dedikten sonra telefonu kapattı. Saatin henüz yedi olduğunu fark edince rahatladı. Çünkü geceleri şeytan ile görüşmeleri oluyordu. Ve gecikemezdi. Telefonu kapattığı anda yine o günlerden birinin olacağını biliyordu. Gülümseyecekti. Ve telefonda sesi kötü gelen arkadaşına destek olup ona moral verecekti. Bunların hepsini yüzüne geçirdiği o harika maskesi sayesinde yapacaktı. Ne vardı? Yorulmuş muydu artık? Mutsuz olduğunda bile mutlu görünmekten mi yoksa insanları dinleyip kendi bir şey anlattığında dinlenmemekten mi? Bilmiyordu. Tek bildiği çok yorulduğuydu. Zaman geçti. Arkadaşı geldi gitti. Ve ona kalan şey yine sonsuz bir sessizlik, bardaklar dolusu yağmur ve şeytanın acımasız fısıltıları oldu. Bırak diyordu. Ne hali varsa görsün herkes. Bırak diyordu. Kendine vakit ayır. Bırak diyordu. Sadece kendini sev. Yorulmuştu. Her gece şeytanı dinleyip sabaha içindeki meleğe yenik düşmekten yorulmuştu. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu. Tek bildiği şey vardı ; İnsan ayrımı yapmadan insanlardan nefret ediyordu. Sevmiyordu kimseyi. Vicdansızları, iki yüzlüleri, mutlu olan insanları, mutsuz olan insanları. Sevmiyordu. Ve hiçbir güç ona insanları sevdiremezdi. Kendinden de nefret ediyordu. Çünkü hayatı boyunca çok hata yapmış ve lanet olsun ki hatalarının hiçbirinden ders alamamıştı. Düşüncelerine nasıl son vereceğini bilmediği için dışarı çıkmaya karar verdi. Kendini yağmura bıraktı. Dakikalar boyunca iliklerine kadar Zeusun gözyaşlarına boğulmanın tadını çıkarttı. Adımlarını hızlandırdı. O adımlarını hızlandırdıkça ayakkabılarının çıkardığı ses yağmurun sesini delip geçiyordu. İlerlediği bu dar, karanlık ve de yağmur ile yıkanmış olan sokağın sonundaki bir bara girmeye karar verdi. Girdi. Barmene yaklaşıp en sert içkilerinden istediğini söylediği sırada akan makyajı ile ne kadar çirkin göründüğünü düşünmeden edemedi. Birkaç içki içtikten sonra düşünceleri hafiflemeye başlamıştı. Ona yük olan birer ağırlıktan daha çok kul tüyü gibiydi hepsi. Nihayet bardan çıkmaya karar verdiğinde yağmur şiddetini arttırmıştı. Düzgün yürüyor muydu? Peki ya konuşması nasıldı? Lanet olsun! Hangi yoldan gelmişti bu yere? Düşüncelerinin hafifleştiği kadar bedinin de hafiflediğini hissetti. Başı ıslak betona çarpana kadar düşünebildiği tek şey geçmişti. Geçmiş, geçmişte kalanlar. Belki de hiç yaşanamayanlar, belki de hayatı boyunca yaşadıkları... Kaybettikleri, kazandıkları. Yaşamak ile ölüm arasındaki ince çizgi.
"Sanırım kendine geliyor. Nihayet." Tanrım! Kimdi bu konuşan insanlar. Hepsi de yabancı olduğu seslerdi. Gözlerini açıp o yabancı yüzlerin hiçbirine bakmak istemiyordu. Bütün o derdini dinlediği, kötü zamanlarında yanlarında olduğu insanlar neredeydi? Neden hiçbirinin sesi bu yabancılarınki bastırmıyordu şuan? 



Gözlerini canı yanarak açtı. Kafasında bir bandaj mı vardı? Peki gözleri neden bu kadar acımıştı. Sebebini ağrı kesicilere bağlamak istedi. Ona bakan yabancı gözleri ararken çok da yabancı olmadığı bir tebessüm ile karşılaşınca mutlu oldu. Tabii ya eski arkadaşlarından biri doktor olmuş ve evine sadece yüz metre uzaklıktaki hastanede çalışıyordu. Bunu iki sene önce öğrenmişti. O zamandan beri sadece iki kez de görüşse o arkadaşıyla, o yeşil tanıdık gözler, sımsıcak bir gülümseme ile ona bakıyordu. "Hey!" dedi. "Nihayet gözlerini açtın." "Ben, ben..." Lanet olsun. İlaçlardan nefret ediyordu. Gözlerinin üzerine tonlarca ağırlık çökmüştü. "Sorun değil, kendini zorlama. Biraz daha uyu." 

Uyandığında kendini daha iyi hissediyordu. Peki ya doktoru neredeydi? Ve doktoru doktor olduğu için mi yoksa arkadaşı olduğu için mi onunla ilgilenmişti? Tabii ki doktor olduğu içindi. Yoksa iki yıldır görmediği birine niye bu kadar sıcak davranacaktı ki? "Nihayet hastamız kendine gelmiş. Seninle hastanede değil de dışarıda sağlıklı bir şekilde görüşmeyi daha çok isterdim." Ve yine o dikkat çekici tebessüm. Kısa saçları ve gözlerinin altındaki uyku torbacıkları ne kadar uzun süredir uyumadığını ele veriyordu. Kendi halini düşündü. Akmış makyajını temizlemişler miydi? Pek ya açık kahverengi saçları ne haldeydi. Ela gözlerinin içi gülüyor muydu hala? Kendini düşünmeyi bırakıp karşısında duran ne kadar yıpranmış da olsa hala nefes kesecek kadar yakışıklı olan arkadaşına nazikçe cevap verdi. "Ah, kusura bakma." "Sorun değil, benim işim bu. Kendini daha iyi hissediyor musun?" "Teşekkürler daha iyiyim." "İki üç güne hastaneden çıkabilirsin. Ama tedbir amaçlı seni biraz daha burada tutacağız. Kafana ağır bir darbe almışsın. Ama şuanda iyisin. Kendini halsiz ve yorgun hissetmenin tek nedeni ilaçlar." "İlaçlardan nefret ediyorum." "Huysuz bir hasta daha. Ve yine o hayat veren tebessüm 
Aradan günler geçip hastaneden çıktığında arkadaşını aradı. Gerçekten arkadaşı mıydı? Yoksa sadece doktoru mu? Çevirme sesi gelmeden telefonunu kapattı. Neden aklı bu kadar karışmıştı sanki? Duvarına dalmış yine düşüncelerini gözden geçirirken yine telefon sesiyle irkildi. Yine numaraya bakmadan açtı. Ve yine dert yanacak olan arkadaşlarından hangisinin olduğunu sesinden anlamak için alo sesini duymayı bekledi. "Alo?" Fakat bu seferki yumuşak bir erkek sesiydi. Doktoru -kabul arkadaşı- onu arayıp görüşmek istemişti. Bir kafeye gidip konuşmaya başladıklarında ilk kez birine kendi dertlerini anlatmıştı. Ve ilk kez dinlenmişti. Kendini iyi hissediyordu. Arkadaşına teşekkür edip evine yürümeye koyuldu. Artık maske takmak zorunda değil miydi? Belki de öyleydi. Yürümeye devam ettikçe düşüncelerinin onu aslında hiç terk etmediğini, ne kadar ve kiminle konuşursa konuşsun artık kendi benliğinin bir parçası haline geldiğini görünce üzüldü. Neden geçmiyordu hiçbir şey? Acıları neden dinmiyordu? İçindeki deniz kuruyup göl, sonra bir birikinti haline geleceğine neden bir okyanus vardı? Ağlamak, daha çok ağlamak ve içindeki bütün acılara son vermek istiyordu. Mutsuz olmayı sevmiyordu.  
O gece şeytan ile buluşmadı. 
Ruhu sessizce okyanusa karışmıştı. 

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Çok Yakında

Çok yakında siktir olup gidecekti bu dünyadan. Ne milletin triplerini çekecekti ne de yalnızlık denen illetle daha fazla uğraşacaktı. Kaçmaktı belki onunki. Hayır. Kaçmak değildi. Son çareydi. Hayatın boyunca her şeyi denemiş ve hepsinde de başarısız olmuştu. Ölümde başarısız olmak gibi bir seçeneği yoktu. Olamazdı. Ya ölürdünüz ya ölürdünüz. Hem onunki temiz bir intihar olacaktı. TEK EL ATEŞ SESİ! Sonrası koca bir hiç. Ah, düşünmesi bile kulağa ne kadar hoş ve ne kadar içten geliyordu. Ölmek, bir daha bu iğrenç dünyaya geri gelmemek. Çok güzeldi. Hep aklında olan bir şeydi zaten ölüm. Ama hiç bu kadar ona yakın olduğunu hissetmemişti. Neden intihar edecekti? Asıl önemli olan bunu gerçekten yapmak istiyor muydu ve pişman olacak mıydı? Kendinden nefret ediyordu. Asla mükemmel olamamıştı. Hayatı boyunca asla da mükemmel olamayacaktı. Kendinden nefret ettiğinden daha çok insanlardan nefret ediyor, her birinden tiksiniyordu. İstemsizce yanağından süzülen yaşları fark ettiğinde kendine kızdı. Gözyaşı, güçsüzlüktü. Gözyaşı, vazgeçişti, pişmanlıktı. Kimi zaman öfkeydi kimi zaman mutluluk. Ama gözyaşı iyi bir şey değildi. Yanaklarını hızlıca sildikten sonra eline bir tabanca aldı. Buz gibi olan tabancaya dokunmak bile tüm tüylerinin diken diken olmasına yetmişti.

Ya vazgeçerse? Ya vazgeçtiğinde her şey için çok geç olursa? HAYIR! Tüm bu düşüncelerini anında temizlemeliydi. Yağmur damlaları hırçın bir şekilde sokağı döverken aklında tek bir soru vardı "Sonra ne olacaktı?". Evet, çok güzel bir hayatı, mükemmel kurduğu bir ailesi, çok iyi dostları veya heran yanında olan kimsesi yoktu. O yüzden ölüm ona bu kadar kolay geliyordu. Başkası olsa bu kadar umursamaz olmazdı biliyordu. Ama onun için yaşamakla ölüm arasında fazla bir fark yoktu. Kazanacak bir şeyi olmadığı gibi kaybedecek bir şeyi de yoktu. Nihayet gözlerini diktiği duvardan bakışlarını aldı ve yatağından çıktı. Saat gecenin dördüydü. Hava ılıktı. Saatlerce dışarı çıkıp kalınabilecek bir hava vardı. O ise bu havada intihar etmeyi kafasına koymuştu ve geri dönemezdi. Dönebilirdi tabii. Kimse ona "Neden intihar etmedin?" diye saçma bir soru soramazdı. Bunun verdiği güvenle vazgeçebilirdi. Rutubet kokan odasının kokusunu az da olsa hafifletmek için camı açtı. Yağmur yağıyordu.  Böylesine ılık ve güzel bir havada yağmur yağıyordu ve havaya hırçın bir hal almıştı. EVET! Şimdi intihar edebilirdi. Vazgeçmeli miydi? Vazgeçtiği için mi yoksa siktir olup öldüğü için mi pişman olurdu? Pişman olmazdı. Olamazdı. Ölmek, ölüm, geri dönememek. Aklında dönüp duran kelimelerdi sadece. Tabancayı eline aldı. Soğuktu. Hayatında son kez olsun yağmuru iliklerine kadar hissetmek istiyordu. Üzerindeki pijamalarıyla dışarı çıktı. Cebine koyduğu tabancanın soğukluğu onu ne kadar rahatsız etse de mümkün olduğunca ölümü düşünmemeye çalışıyordu. Bomboş bir sokağa girdi. Yağmura karşı gelemeyip sadece yuvalarında irkilen kuşların sesleri.
Pişmanlık.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Her Yıldız Bir Gün Söner

Sabah yıldızları bile...

Yağmur... Ne güzelsin! Aynı 
Shakespeare dizeleri gibi...





Yağmuru seviyorum diyorsun, 
Yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun... 
Güneşi seviyorum diyorsun, 
Güneş açınca gölgeye kaçıyorsun... 
Rüzgarı seviyorum diyorsun, 
Rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun... 
İşte, bunun için korkuyorum; 
Beni de sevdiğini söylüyorsun...
William Shakespeare



AKLIMA TAKILDI DA 
İnsan değişir mi hiç? Bir insan aynıdır. Ama biz değişiriz belki de. Bu da doğal olarak insanların değişmesine yol açmaz mı zaten? Herkes neden garip davranıyor sanki? Bütün insanlar değişir. En yakınınızdakiler bile. Bir dakikanızın dahi ayrı geçmediği insanlarla aranıza uçurumlar girer. En nefret ettiğiniz insanlarla samimi olabilirsiniz. Hayat bu. Akıp gidiyor. Yaşamak için bile çok kısayken birazcık bencil davranmıyor muyuz sanki? Yoksa çok mu bencil davranıyoruz? Sorun ne peki? Tutarsızlık? Sevgisizlik? Çok sevmek? Çok değer vermek? Belki de hepsi belki de hiçbiri. Cevabını asla bilemeyeceğiniz soruların arasına isterseniz bunu da ekleyin. Ama tam şuanda Blog tanımını bir kez daha okumanızı tavsiye ederim.

İNSANLAR DEĞİŞİR
Herkes değişir. Etrafınızdaki insanlar. Sizi sevenler, sevdiğini söyleyip arkanızdan iş çeviren insanlar bile değişir. Değişmeyen tek şey bütün tek düzeliğiyle devam eden hayattır. Hayatınızı farklı kılmak sizin elinizde olan bir şey de olsa hayatınızdaki insanların hayatlarına müdahale edemezsiniz. Üzgünüm. Bu böyle. 
Herkes bir gün size sırtını çevirir. Herkes bir gün gider. Ve herkes bir gün pişman olur. 


YAZ YAĞMURLARI İÇİN 
Hiç sizin için şiir yazan birisi oldu mu? Bunu düşünün. Olduysa ne mutlu size. Sizin için şiir yazan biri sizi sevmiştir. Belki hala seviyordur belki sevgisi çoktan tozlu sayfalara karışıp bir üflemeyle yok olmuştur. Üzülmeyin. Sizi canından çok seven kimse yoktur -aileniz dışında- varsa bile o da bir gün sizi bırakıp gider. 


KÜÇÜK BİR HATIRLATMA
En son ne zaman kendinizi düşündünüz? 

14 Haziran 2014 Cumartesi

Aşk Mahzeni

Sevgili Semanur Tolu,
Madem beğendin bu yazım sana gelsin :) 


 Saatine baktı. Beklediği otobüs gelene kadar bir sigara daha içebilir miydi? Elinde yanmakta olan sigarayı yere fırlatıp üzerine bastı. Sigaranın yanan külleri arasından sağlam kalabilmeyi başarmış birkaç kuru tütün havaya karıştı. Başını kaldırdı. Elini cebine attı. Yeni bir sigarayı iki dudağının arasına yerleştirdi. Elini siper edip çakmağıyla sigarasını yaktı. Sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra iki dudağını usulca aralayıp dumanın havaya karışmasına izin verdi. Gökyüzüne baktı. Hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Ay hala gökyüzündeki yerini koruyordu. Fakat güneş kendini bütün ihtişamıyla göstermeye kararlıydı. Gözleri biran için sonsuz maviliğe daldı. O an düşünmeye başlamıştı. Hayatı, geçmişi, geleceği ve tüm bunların eşsiz bir şekilde işlemesini düşündü. Biran için duraksadı. Hayat, gerçekten garipti. Her şey yolunda giderken belki on saniyede belki daha kısa bir sürede her şey bitebilirdi. Kısa bir sürede bu düşüncelerinden arındı. İstemsiz bir şeklide kafasını iki yana salladı ve sigarasının dudaklarının arasından öylece kayıp gitmesine izin verdi. Neden, bu andan sonra her şey değişmiş gibi hissediyordu. Kısacık bir zaman dilimiydi sonsuz maviliği kestiği dakikalar, belki de saatler. Tam saatine bakacaktı ki beklediği otobüsün yaklaşmakta olduğunu gördü. Hayır, bu defa farklı olmalıydı ama fark ne olmalıydı? Bu sorunu cevabını bulduğunda mutluluğa mı yoksa daha karanlık bir çıkmaza mı ulaşacağını bilmiyordu. Otobüsün kapısı ona birkaç santimetre kala açılmıştı. Hatta öyle ki kapının rüzgarını saçında hissetmişti. Tek eliyle saçlarını düzeltti. Ve bir adım geri çekildi. Arkasını dönüp yürümeye başladı. Ne yapıyordu böyle? Ofiste onu bekleyen tonlarca iş vardı. Daha yeni tıraş olmuştu, takımını kuru temizlemeden daha dün almıştı ve bugün yine dört dörtlük bir iş adamı olarak işe hazır görünüyordu. Fakat o işe gitmemişti. Ne yapıyordu? Neden tamamen bilmediği bir yolda adımlarını hızlandırarak yürümeye başlamıştı? Durdu. Etrafına baktığında havanın biranda nasıl bu kadar kapattığını düşündü. Tekrar etrafına baktığında ise mükemmelliğin tablosundan fırlamış bir sokakta olduğunu fark etti. Peki neredeydi? O kadar çok mu yürümüştü gerçekten? Arkasına baktığında geride bıraktıklarını düşündü. Geride ne bırakmıştı? Uzun mesaili biri iş günü mü yoksa onu gün geçtikçe monotonlaşmaya götüren bir gün daha mı? Arkasına bakarak, ileriye yürüyemeyeceğini bildiğinden önüne bakmaya devam etti. Sokak o kadar güzeldi ki... İki yandan sokağı çevreleyen ağaçların yaprakları yerleri süslemişti. Kahverengi, kırmızı ve yeşilin birbirine bu kadar yakıştığını daha önce hiçbir yerde görmemişti. O an hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu düşündü. Ne kadar boş yaşıyordu aslında. Ne kadar sıradandı hayatı. Bir an sistemin kölesi olduğu için kendinden nefret etmişti. Derin bir nefes aldı ve ilk kez ciddi anlamda yaşadığını hissetti. Ne kadar zamandır yürüyordu? Ayakları ağrımaya başlamıştı. Hava, ayazlığından kurtulmuş, ayı geceye emanet etmişti. Güneş ise bulutların arasına karışıp buhranlı bir hava yaratmaya çalışsa da hafif hafif parlaklığının ne kadar güzel olduğunu gösteriyordu. 



Birkaç adım sonra bu eşsiz sokakta gördüğü bir banka öylece oturdu. Aradan dakikalar kim bilir saatler geçmişti. Zaman kavramını yitirmişti ve büyük bir ısrarla, aceleci davrandığında baktığı saatine bakmıyordu. Elini cebine attı ve sigara paketini çıkarttı. Herkesin bir kusuru olurdu. Onun gibi büyük bir iş adamının bile. Kafasını öne eğmiş boş gözlerle zemini izleyip düşünürken bir yandan da sokakta yankılanan topuklu ayakkabı seslerini duyuyordu. Ayakkabıların çıkardığı ses hemen yanında bitmişti. Başını kaldırdığında bir kadının yanında oturduğunu gördüğünde şaşırmıştı. Öyle ki "Acaba kalkmalı mıyım?" diye düşünmüştü. Birkaç dakika hiçbir şey söylemeden yanında oturan kadın, sonunda yüzüne yayılan kocaman bir gülümsemeyle "Yıldız" demişti. Kadının ne demek istediğini düşündü. Kafasının karışıklığı yüzüne yansımış olmalıydı ki kadın devam etti. "Ah, benim hatam. Ben Yıldız. Senin ismin nedir?". Şaşırmıştı. Bir kadınla baş başa oturmayalı çok zaman olmuştu. İşlerinin yoğunluğundan böyle şeylere hiç zaman ayırmazdı, ayıramazdı. Kalkıp gitmeli miydi? İçinden bir ses kalmasını söylüyordu ve nedenini bilmese de bu sese kulak verdi. "Yiğit." diyebildi sadece gülümsemeye çalışarak. Kadın büyük bir heyecanla "Aa, erkek kardeşimin adı. Daha doğrusu adıydı. Kendisi bir ay önce vefat etti." Bunu duyduğunda ne tepki vermesi gerektiğini bilmiyordu. Hiç tanımadığı bir kadın yanında öylece oturuyordu ve erkek kardeşinin öldüğünü söylemişti. "Ben...Üzüldüm." dedi ve bu sırada kadının ona bakan iri yeşil gözlerini, beline kadar uzanan karamel rengi saçlarını, vücuduna tam oturmuş ve düzgün vücut hatlarını ortaya çıkarmış olan kırmızı diz hizasındaki elbisesini fark etti. Kadın o kadar güzeldi ki gözlerini biran için kadının gözlerinden alamadı. Karşısındaki kadın karşısındaki insan buzdan bile olsa onu eritebilecek kadar sıcak bir gülüşe sahipti. 

 Kadınla kaç saat orada oturup sohbet ettiğini bilmiyordu. Tek bildiği karşısındaki kadın konuştukça, kalbinin çok derinlerinde hapsolmuş duyguların yeniden canlandığını hissetmesiydi: umut, sevgi, AŞK... Hiç evlenmemişti. Gerçek anlamda aşık da olmamıştı aslında. Evet, lisedeyken dikkat çeken bir öğrenciydi ve çoğu kız ona hayran olduğu için çoğuyla da çıkmıştı. Ama hiçbirine aşık olmamıştı.Sevdikleri olmuştu içlerinde ama aşk onun için büyük bir kavramdı. Saatlerce sohbet etmişlerdi. Yıldız ona bakıp "Bana gidelim mi? Hava serinler birazdan" demişti. Neden böyle bir şey yaptığını bilmiyordu. Karşısında oturan yabancı bir adamdı. Saatlerce sohbet ediyorlardı. Fakat neden onu evine davet etmişti ki? Aşktan aldığı onca yaradan sonra yeni birileriyle tanışmaya hazır mıydı? 
Şaşkın gözlerle kadına bakarken düşünebildiği tek şey karşısındaki kadının ne kadar güzel olduğu ve içinde oluşan tuhaf hisleriydi."Sanırım eve dönsem iyi olacak." Neden böyle bir şey söylemişti? Cevabı üzerine karşısındaki kadının gülümseyişinin nasıl biranda yıkıldığını görebilmesi çok da zor değildi. "Sorun değil. Görüşürüz o halde." Neden bir ısrar beklemişti? Nedenini bilmediği bir şekilde karşısındaki kadını reddeden oydu. Yerinden kalktı. Kadın da onunla beraber kalkmıştı. Birbirlerine gülümseyip, birbirlerine arkalarını dönüp yürümeye başladılar. Yürürken hala neden Yıldız'ı reddettiğini düşünüyordu. Yıldız... Ne kadar güzel bir isimdi. Onu son bir kez görebilmek için arkasını döndüğünde Yıldız,ona bir nefes uzaklıktaydı ve ne olduğunu anlamadan onun dudaklarını dudaklarında hissetti. 

Ellerini hiç tanımadığı bir adamın boynunda birleştirmiş onu öpüyordu. Nasıl böyle bir şey yapabiliyordu? 


Elleri hiç tanımadığı bir kadının belinde kilitlenmişti ve ona sarılıyordu. Nasıl böyle bir şey yapabiliyordu? 

Birbirlerinin gözlerinin içine baktıklarında ikisi de çok uzun zamandır mahrum kaldıkları duygunun canlandığını hissetmişlerdi : Aşk. Ellerinin hala kadının belinde olduğunu fark edince istemsizce kendini geri çekti. "Seni bir daha ne zaman görebilirim?" diye sorduğunda cesurca bir yaklaşımda bulunduğu için o an kendiyle gurur duydu. Kendini bir ihale kazanmış gibi hissetmişti. Fakat aldığı cevap karşısında "yeni hayaller ve kırıklıklarının" ne denli can yakabileceğini anladı. "Ben, ben evliyim. Ve üzgünüm. Bunu yapamam." şeklinde gelen bir cevap karşısında herkesin aynı şeyleri yaşayacağı aşikardı. 
 Adama arkasını dönüp topuklu ayakkabılarının sesi yankılanarak ilerlediğinde gözlerinden süzülen yaşlara engel olamamıştı. Saçmalıktı bu. Evet, belki aşık olduğu adamla evli değildi. Ancak bir yabancıya bu kadar kısa zamanda aşık olamazdı. 

Ertesi gün durakta sigarasını yakmış otobüs bekliyordu.


Hayatta her zaman mutlu sonlar yoktur. Mutsuzluk vazgeçilmez bir illettir. Fakat mutsuzluğun tadını almamış olan insanlar asla mutsuzluğu bilenler kadar mutlu olamazlar.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Mein Herz Brennt

Zaman neden bu kadar çabuk geçmek zorunda ? Neden bu kadar çabuk unutmak zorundayız? Neden bu kadar çabuk yaşıyoruz? Ve neden bu kadar çabuk kaybediyoruz sevdiklerimizi? Hayatın bize oynadığı oyunlardan yakınmıyor muyuz çoğumuz. Ya bu oyunun kaptanı bizsek? Ya her şey bizim elimizdeyse.Azıcık düşünün. Her şey aslında çok basit. Basit bir döngü var ve ilerliyor. Arkadaşlarınız olur. Zaman geçiyor çoğuyla kopuyorsunuz. Sevgilileriniz oluyor ayrılıyorsunuz. Bir arkadaşınızın o an yüzüne gülüp arkasından dedikodusunu yapıyorsunuz. Birlikte dedikodu yaptığınız kişi geliyor sonra sizin dedikodunuzu yapıyor. İki gün önce arkasından demediğinizi bırakmadığınız insanla bugün fotoğraf çektirebiliyorsunuz. Çünkü hayata ayak uyduruyorsunuz. Çünkü mecbursunuz. Gizli kurallar var ve kurallara uymayanlar oyundan çıkartılıyor. Ama bir kez daha düşünün. Oyun kurucu siz olabilirsiniz. Bu sizin elinizde. Hayatınıza hangi insanı sokmak istediğinize, hangisini çıkarmak istediğinize siz karar verirsiniz. Çünkü hayat, sizin hayatınız. Başkaları ne derse desin, sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsün siz busunuz. Ve kimse için kendinizi değiştirmeniz gerekmez. Sizi gerçekten seven insanlar sizi yanlışlarınızla, doğrularınızla bir bütün olarak sever. Sevmiyorsa da çeker gider. Hadi ama dürüst olalım hangimiz sevgilimizin istediği bir model olmaya çalışmadık ki? Peki neden? Elde tutma çabası mı? Yoksa aşk mı? Bu yaşta aşk. He kezolar he. 


Aşk demişken tek bir soru sorup bu konuya da değinmek istiyorum. Dünyadaki bilmem kaç trilyon insandan hayatınızın aşkını aynı okuldan mı buldunuz? Haydaaaaa?!?!?!? Şansa bak. O bir kesin. Çünkü siz hiç ayrılmayacaksınız. Sevgiliniz sizi hiç bırakmayacak. Canım, cicim, aşkitom, böceğim, dönemleriniz hiç bitmeyecek. Siz diğer çiftler gibi olmayacaksınız. Size şu kadarını söyleyeyim hepiniz sonu birbirleriyle tıpa tıp aynı ama çok farklı olacak. Temel neden aynı, bahaneler farklı olacak. Bu yazıyı bir kenara kaydedin. Ayrılınca okuyun. O zaman mantıklı gelir. Sevgilisi olanlar için diyorum tabii. Ah, her neyse. Hayatı kurallarına göre uyguladığınız için onlara da ayak uydurmanız lazım. Sevgilinizin olması, havalı bir telefonunuzun olması, pahalı giyinmeniz ve "Oo kanka acayip eğleniyorum yalnız..!" havaları yaratmanız hayatın birer kuralına uyuşunuzu ne yazık ki feci şekilde ele veriyor. Elbette ki sevgiliniz olacak. İleride sevişeceksiniz ve bir çocuğunuz olacak. Çünkü soyun devamı şart. Ama bunun planlarını şimdiden yapmak şart mı işte bu konu düşündürücü. Hepinize bok iyin deyip bu yazıyı burada bitirmek isterdim. Ama hayır bir iki satır daha yazacağım. Çok bir şey yok işte. Her şey ortada. Kurallara uymayan bir oyun kurucu olun.
Sevginiz bok, nefretiniz çok olsun.

18 Mayıs 2014 Pazar

#SOMA

Yazmadan dayanamayacaktım sanırım. Üzgünüz, çok üzgünüz. Kalbimiz hiçbir kömürün ısıtamayacağı kadar çok yanıyor. Keşke bunlar olmasaydı keşke gerekli önlemler alınsaydı deyip dövündük çoğumuz. Belki adını bile duymamıştık çoğumuz. Kimileri yine acınası bir şekilde popüler olma çabasıyla kullandı Soma'yı. Hepsi bir yana yaklaşık 400 hatta belki daha fazla evin ocağına ateş düştü. Onlar yerin bir geceden bile daha karanlık olan derinliklerinden sonsuz aydınlığa yükseldiler. Onlar... Melek oldular, şehit düştüler. Onlar babaydı, onlar kardeşti, evlattı. 76 milyonun yüreğini ağlattı onlar. İyi şartlarda yaşayıp kıçlarının rahatına bakıp oturduğu yerden milyonları sayarken kimileri onlar 5 kuruş ekmek parası için canını verdiler.
Adalet?


 13 Mayıs 2014 Soma Şehitlerimiz.. Ruhunuz şad, toprağınız bol olsun. 
Başımız sağ olsun. 

30 Nisan 2014 Çarşamba

Susma Nöbetleri

Ruhumun bülbülleri hasta olmuş, kısılmış hep sesleri...



Özgür ruhlu olmak, özgür olmaktan iyidir sevgili insanlar... Özgür olmak başınıza iş açabilir. Özgür olmayın demiyorum. Bu yüzden azıcık parantez açıp konuyu genişletelim en iyisi. Özgür ruhlu olmak, hayal kurmaktır. Hayal kurmak, zincirleri kırmaktır. Hayalini kurduğumuz her şeyi yapacaksınız diye bir şey yok. Ya da "Ben özgürüm abi yaaa ne istersem yaparım." kafasını yaşayıp orada burada sürtüp, uyuşturucu, sigara, alkol almanıza hiç mi hiç gerek yoktur. Şayet çok istiyorsanız alın ben karışamam. Ama bunlarla böbürlenmekle "Özgürlüğün bokunu çıkarıyorum hadi beni kıskanın." mesajını vermekten çok komik duruyor. Yapın, yapmayın demiyorum ama bize ne? Hepimizin hataları olur. Olmaz değil. Ama hatalarımız özgürlük demek değildir. Özgür ruhlu olmak da "Bu gece bara giderim, yarın konser var deli gibi sarhoş olurum, ertesi gün uyuşturucu çekerim kafam güzel olur vuhuhuhv!" planları yapmak demek de değildir. İnsan, her şeyin tadını çıkarabildiği sürece özgür, mantık sınırlarını aşmadığı sürece özgür ruhludur. Arkadaşlarınızı onların yapamadığı şeyleri siz yapabiliyorsunuz diye saçma ve alaycı bir tavırla ezmek veye en azından ezmeye, küçük düşürmeye çalışmak sizin sığlığınızın göstergesinden başka bir şey değildir. Özgür olmak, yerinde, zamanında, doğru insanlar ve doğru yerde güzeldir. Alternatif olarak özgür olup kaşar veya ibne olmak isterseniz bu sizin seçiminizdir ses edemem. Hadi kalın sağlıcakla..

Tavsiye Mektubu

Sessiz çığlıklarınızı içinize atmayın..

30 Mart 2014 Pazar

Yalnızlık Sarhoşları için...

Az için. 

Acıtır. Sevgi acıtır. Nefret acıtır. İnsanlar için beslediğiniz bütün duygular bir gün elbet canınızı acıtır. Unutamadığınız aşklar, unutulamayacak aşklar acıtır. Hatta öyle acıtır ki bazıları ağlatır. İnsanları değiştirmek imkansız değil mi? Kesinlikle öyle. Yalnızlık. Masum bir aşk şarkısı gibi gelse de kulağa hepimizin alışık olduğu panzehiri henüz icat edilmemiş olan kronik bir hastalık. Kimi zaman kaybettiklerimiz için ağlarız. Kimi zaman da "KEŞKE"lerimiz yüzünden. Hayatta istemediğimiz birçok şey olur. Birçok aksilik, bir çok "KEŞKE" miz vardır bu hayatta. Ama yaşamaktan vazgeçmeyiz. Bazen her şey, herkes üstümüze gelir. Yine de hayatta tutunacağımız bir dal vardır. Bu dal bazen bir iş, bazen ise bir kişidir. Hayata tutunmamızı sağlayan her neyse onu bu hayatta kaybettiğimiz anda ölürüz. İnsanlar çoğu zaman bizi düşünmeden hareket eder. İşin doğrusu kimse bizi düşünmez. Yaptığınız bir hatanın ucu onlara dokunmadığı sürece de hata yapıp yapmadığınızı umursamazlar. Bir iyilik yaptığınızda sonucu onları etkilemiyorsa yine aynı şekilde fazla umurlarında olmaz. Ama onlar da sizin yaptığınız bir şeyden etkileniyorsa eğer vay halinize. Dediğim gibi yine de yaşamaktan vazgeçmiyoruz. Bir tür mazoşistlik aslında yaşamak. Acı çektiğini bile bile aynı yolda ilerlemek... Acı çekeceğinizi bile bile vazgeçmemek. Kimi zaman geçmişi düşünmek kimi zaman ise geleceği düşünmekten korkarız. Acı verir çünkü bize. Sonra bu kız neden insanları neden öldürüyor. Psikoloji mi bıraktınız be insanda. Uzun lafın kısası -Aslında bu cümleye uyuz olurum. Madem kısası vardı neden uzattım değil mi ama?- eğer hala bu ilginç hayata tutunmanızı sağlayan biri ya da bir şey varsa ondan vazgeçmeyin. Ne pahasına olursa olsun. Bu mükemmel bir aile olur, sevgili olur, dost olur, şiir yazmak olur, hikaye yazmak olur, müzik aleti çalmak olur o kadarı size kalmış. Her şeye rağmen hayattan korkmayın. Ne kadar acı çekerseniz o kadar güçlenirsiniz. Ve daha sonra çekeceğiniz acılarla daha rahat baş edersiniz. Uzun bir süre sonra niye böyle bir giriş yaptığımı bilmiyorum. Hayatı kurallarına göre yaşamayın. Kimi zaman yalnız kalın kimi zaman etrafınızdaki insanları sayamayın.Kimi zaman hıçkıra hıçkıra ağlayın ama kimi zaman da öyle bir kahkaha atın ki herkes dönüp neye güldüğünüze baksın. Kimi zaman ise mutluluğunuzdan haykırın. Hayat yaşamak için çok kısa unutmayın..



20 Şubat 2014 Perşembe

İki Kişi

Yağmur taneleri, tepesi tamamen camdan oluşan bu alana hızla çarpıyordu. Ve yağmur tanelerinin her çarpışında biraz daha dikkati dağılıyordu. Kafasını yukarıya doğru kaldırdı ve birkaç dakika boyunca sakinleşip yağmuru seyretmeye çalıştı. Bu bomboş salon ona huzur veriyordu. Yaklaşık beş yüz kişilik seyirci kapasitesi ve kocaman sahnede bulunan tek şey olan büyük boy kuyruklu bir piyano ile mükemmelliğin resmini en iyi oluşturacak salon burasıydı belki de. Fakat mükemmelliğe gölge düşüren tek bir şey vardı: Bu salon yıllar önce kapatılmıştı. O beş yüz kişilik koltukların kimisi kırıktı, kimisi tozdan dolayı kıpkırmızı rengini griye çalan bir tutku rengine bırakmıştı. Balkonlardaki koltukların ise çoğu gitmiş, azı kalmıştı. Balkonların kenarlıklarını süsleyen gösterişli sarı demirler kırılmış, kırılmayanların ise rengi siyaha bürünmüştü. Sahnede öbek öbek toz kütleleri vardı. Bu yer mükemmelliğin ve vazgeçişin belki de en iyi temsilcisiydi. Burayı özel yapan en önemli özellik ise yağmur damlalarının hırçınlığını burada hissedebilmekti. Fakat yağmuru sevmeyen insanlar düşünülerek kapatılabilen bir çatı sistemi de mevcuttu. Ancak bu yer kapatıldığından beri çatı sistemi hiç kullanılmadığından o da vazgeçişteki yerini almıştı. Ara sıra ise sahnenin arkasından gelen tatlı meltemin şakacı ıslıkları insanı buraya biraz daha bağlıyordu. Onu buradan kopartmayı başaramayan şey de muhtemelen buydu. Burada kendini hiç olmadığı kadar özgür hissediyordu. Buradaki her şey onun için vardı. Rüzgâr, yağmur, piyano ve hatta toz öbekleri bile. Sanki piyanonun tuşlarını kaplayan kapağı camdan yapılmış gibi büyük bir özenle ve dikkatle kapağı kapattı. Mükemmeliyetteki vazgeçişte sağ kalmayı başarabilen tek alet belki de piyanoydu. Yıllar önce burası kapatılırken insanların taşıyabileceği ağırlıktaki her şey buradan götürülmüştü. Dekorlar, arp, çeşitli müzik aletleri götürülmüş ve sahnede yer alan özel kısımlar bile sökülmüştü. Fakat kimse piyanoyu dışarıya çıkarmak için çabalamamıştı. Aynı şekilde yüksekte kalan birkaç sarı spot ışıkta yerinde sağlam bir şekilde duruyordu. Geceleri buraya geldiğinde, o spot ışığın açma kapama düğmesini bulabilmesi tam üç haftasını almıştı. Üç hafta sonra açma kapama düğmesini bulduğunda ise piyanonun tuşlarını aydınlatmaya yetecek kadar ışığı ayarlıyordu. Yağmuru sevdiği için buraya gelirken şemsiyesini almamıştı. Sahnenin arkasında gecenin karanlığına açılan, yağmur sularından, rüzgâr dayaklarından hırpalanmış ve eskimiş bir ahşap kapı vardı. Önceden bu kapının ne kadar gösterişli olduğunu tahmin etmek artık çok zordu. Kapıyı gıcırtılarla açarak dışarı çıktı.
Piyanodan ruhuna seslenen melodileri dışa vuran bu adamın, kendisini fark edip etmediğini merak etmişti. Kapıya yaklaşan adımları duyduğu anda kapının arkasından çekilmiş ve hızlıca kapının çaprazındaki, çıkıntı halindeki duvarın arkasına saklanmıştı. Yağmurun sesi çıkartabileceği olası bir sesi bastıracağı için adımlarının hızına dikkat etmemişti. Ruhunu besleyen adam gitmişti. Ve artık sadece yağmuru sesi vardı. Piyanonun sesi ise her gece olduğu gibi bu gece de karanlığa karışarak yok olmuştu. Kimdi bu adam? Nasıl oluyordu da ona bu kadar yakın gelen besteler çalabiliyordu? Bunların cevabını bulamayacağını anladığı zaman, artık sadece her gece adamın da yaptı gibi buraya geliyordu. Ve kapı aralığından hem hayranlıkla adamı izliyordu hem de ruhuna ithaf edilen bu şarkıları büyük bir zevkle dinliyordu. Adamın yanına gidip aklındaki soruları sormaya hiçbir zaman cesareti olmamıştı. Tek bir korkusu vardı: Bir gün geldiğinde adam buraya gelmeyi bıraktığında ne olacaktı? Burayı tamamen tesadüf eseri bulmuş sayılırdı. Zaten bu salon kentin çok işlek olmayan bir yerinde bulunuyordu. Kim bilir belki de bu yüzden kapatılmıştı. Kaybolmuştu. Ve o kaybolduğu gün de yağmur ve rüzgâr aynı anda dans ettikleri için şemsiyesini buraya sürüklemişti. Sesleri duyduğunda ise her şeyi bir kenara bırakıp sadece dinlemişti. Ertesi gün de ayın saatte gelmişti, sonraki gün de, bir sonraki gün de… Ve işte bugün de buradaydı. Rüzgâr eteklerini uçurmaya başladığında tüm bu düşüncelerden uzaklaştı ve adımlarını hızlandırarak oradan uzaklaştı.
  

Ertesi gece yağmur yağmıyordu. Buna hem sevinmiş hem üzülmüştü. Yağmuru sever ve ona saygı duyardı. Ancak yağmur hırçınlaştığı zaman notalarına engel olurdu. Gıcırdayan kapıdan içeri girdi. Piyanoya doğru ilerledi. Piyanonun eniyle neredeyse aynı uzunluktaki taburesine oturdu. Tabure uzun olduğu için tek hareketle kendisiyle birlikte tabureyi de piyanoya yaklaştırması mümkün değildi. Bu yüzden tabure ile piyano arasındaki mesafeyi neredeyse altın bir kural ile sabitlemişti. Fakat rahatça oturup çalmaya başlamadan önce yapması gereken ufak tefek işleri vardı. Gömleğinin ve ceketinin kollarını dikkatle yukarıya çekerdi. Parmaklarının hepsine bir kez bakar ve sol serçe parmağından sağ serçe parmağına kadar hepsini bir defa oynatırdı. Tuşların kapağını aynı kapatırkenki özeniyle açar, tuşların soğukluğunu parmaklarında bir kez hisseder ve sonra da çalmaya başlardı. Bütün bunların dikkatinden kaçmayan onun dışında biri daha olduğunu biliyordu. Her gece kendisinden hemen hemen beş on dakika sonra birisinin gelip onu dinlediğini farkındaydı. İşte her gecede onu yalnız bırakmayan konuğu bu gecede kapısının arkasındaki yerini almıştı. İzlenmek onu rahatsız eden bir durum olmadığı için her gece sabırla gelen bu konuğuna bunu neden yaptığını sorma gereğinde bulunmamıştı. Bütün dikkatini topladı ve çalmaya başladı. Tuşlara her bastığında ortaya çıkan her nota, gece ile zevk veren bir dansa katılırdı. Ve karanlığa biraz daha karışırdı. Bu ona huzur verdiği için her gece bunu yapıyordu. İnsanların ve kendisinin gürültüsünden uzaklaşabildiği tek yer burasıydı. Çoğu zaman kendisi bile kendi notalarına kapılır ve kendini geceye bırakırdı. Bu kez kendini o kadar çok geceye kaptırmıştı ki ne kendine doğru yaklaşan topuklu ayakkabıların sesini fark edebilmişti ne de bütün rutubet kokusunu delip geçen hoş parfüm kokusunu. Kadın hala şoktaydı. Nasıl olup da bu kadar cesaretini toplayıp adama bu kadar yaklaşabilmişti. Düşünmeyi bırakıp adamın yanına oturdu. Adam şaşkın gözlerle birkaç saniye çalmayı da bırakmayarak kadına baktı. Kadın ise bütün cesaretini toplayıp parmaklarını tuşlara uzattı. Ve sanki adam kadar iyi çalabiliyormuş gibi tuşlara basmaya başladı. Fakat fark etti ki o kadar uzun zamandır adamı izliyordu ki artık ruhuna iyi gelen notaları kendisi de çalabiliyordu. Artık iki kişinin rahat rahat oturabileceği taburede, iki kişi oturuyordu. Birbirlerine ihtiyaç duymayan iki kişi. 

28 Ocak 2014 Salı

Şşt

Hala devam mı? Uzun yazıları okumaya üşenip, kısaları okumaya.. Harikasınız!

24 Ocak 2014 Cuma

Not ;

Özlüyorsun ama gelsin istemiyorsun. Mesaj atsın istiyorsun ama konuşmak istemiyorsun. Deliler gibi sesini duymak istiyorsun ama aramak istemiyorsun. Umrunda değil, ama aklına geldiğinde kalbindeki o sızıyı yok edemiyorsun. Sevmek mi acaba bu ? Unutmak mı yoksa yavaş yavaş ?
Bilemiyorum. (Alıntıdır.)


23 Ocak 2014 Perşembe

Güz Tebessümü

Şiir yazmayı beceremem, bu eskilerden bir tane. Her neyse işte. Kısa olsun öz olsun. 

"Özlemedim!" desem yalan olur.

Güz olduğunda bahçemde
Bir tebessüm oluşurdu çehremde.
Bu aralar var bende biraz mutluluk, biraz hüzün,
Ama var her yerde senin yüzün.

Yalnızlıktır bu mevsimde gerçek olan, 
O zaman yalanmış her geride kalan. 
Aşktır, sana mutluluk veren hüzün,
Ama var her yerde senin yüzün. 



Bazı Anlar

Ağlamak isteyip de ağlayamadığınız, gülmek isteyip de içten olmayacağını bildiğiniz için gülmediğiniz bazı anlar vardır. Bugün de bu bazı anlar için yazacağım işte! Sevginiz bok, nefretiniz çok olsun. En sevdiğin renk parlement mavisiydi değil mi? 
P.S.: I STILL LOVE YOU 



Sessiz çığlıklarını içine attığı bir güne umutsuzca başlamıştı. Hayatındaki her şey ortalama herkesin yaşayacağı kadar güzeldi. Güzel bir ailesi ve iyi giden bir iş hayatı vardı. Geçmişinden sıyrılmıştı. Çok canı yanmıştı çok acı çekmişti ama becerebilmişti. Çünkü sevdiği insan ona sadece bir kere yalan söylemişti. Aşık olduğu adam ona yalan söylemişti. Yalan masum bir şeydi belki de. Ama insan bir kez kırılınca bir kez üzülünce affedemiyormuş. Bunu çok üzüldüğünde, çok kırıldığında anlamıştı. Biranda o çok çok sevdiği, aşık olduğu insandan nasıl bu kadar soğuyup ondan nefret etmeye başlamıştı? Ne zaman ruhu intihar etmişti? Bütün bu düşüncelerinin uzadıkça uzayıp işin içinden çıkılamayacak bir hal alacağını anladığı zaman düşüncelerini durdurabilmeyi başarmıştı. Koltuğunda dışarıyı izliyordu. Yağmur yağıyordu. Kendini yağmur damlalarının cama çarpışını izlerken buldu. Yağmur damlaları sanki Zeus'un yanaklarından süzülürmüşcesine camın başlangıcından camın bittiği yere kadar kesik kesik süzülüyordu. Yağmuru bu kadar sevmesinin nedeninin, yağmuru da gözyaşlarına benzetmiş olmasından kaynaklandığını düşünüyordu. Yılların, günlerin, hatta dakikaların bile yorgunluğu vardı üzerinde. Biran için zaman durdu. Gözleri uzaklara daldı ve düşündü. Geçmişi, özlemlerini, sevgilerini. Düşündükçe her şey daha da karışık bir hal alıyordu ve işin içinden çıkamıyordu. Bu daha da canını yakıyordu. Fakat bütün bunlara rağmen yaşamaktan hiç vazgeçmemişti. Aksine yaşama daha sıkı tutunmuştu, daha güçlü kahkahalar atmıştı. Ama her kahkahasının ardından canının yandığını hissedebiliyordu. Bütün bunlara rağmen yaşamak belki çok zor ve dayanılmazdı. Ama geçecekti biliyordu! Aşk filmlerinde olur ya, işte öyle sevmişim sonunda. bedenim sağlam bulunmuş, yüreğim paramparça

10 Ocak 2014 Cuma

En Sevdiğim Şair İçin

Cemal Süreya...Benim ne haddime üstadım sizin için iki satır yazmak. Sevdiğim şiirlerinizi paylaşıp dururum ancak. 
                             
Kan Var Bütün Kelimelerin Altında

Posta arabalarından söz et bana
Kan var bütün kelimelerin altında
Ezop'un şu lanetli dilinden söz et
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık birgün olabilir bugün
Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara
Bir çay söyle yağmurların kokusunda
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte durup dururken şurda
Bir yelpaze gibi açıldı sesin
Güzün en gürültülü kanadında
Göğün en ince dalında
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık bir gün olabilir cumartesi
Çığlığındaki sessiz harfler
Dün gecenin ağırlığıdır damarlarında
Ne güzel konuşur sokak satıcıları
Fötr şapkalarıyla ne kalabalıktırlar
Ve çiçekçi kızlaırn göğüsleri
Daha suçsuzdur kırlangıç yumurtasından
Kan var bütün kelimeleirin ardında
Yaprağını dökecek ağaç yok burda
Ama ışık sökebilir olanca renklerini
Sürekli işbaşındadır bellepin
Tanık şairler arasında
Oyuncu arkadaşlar arasında
Yolculuk bir kafiye arayabilir
Atının kuyruğundaki düğümde
Ölüm bir kafiye arayabilir
Ak gömleğinde
Yol bir kafiye arar ve bulur
Dönemeçlerin benzerliğinde
Kan var bütün kelimelerin altında
Bir gül al eline sözgelimi
Kan var bütün kelimelerin altında
Beş dakka tut bir aynanın önünde
Kan var bütün kelimelerin altında
Sonra kes o aynadan bir tutam
Beyaz bir tülbent içinde
Koy iç cebine
Bütün bir ömür kokar o ayna
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte o kandır senin gülüşün
Sızmıştır hayatın derinlerine
Siyahtır orda kırmızıdır
Daldan dala atlar
Sever çocuklara anlatılan masalları
Ama iş savunmaya gelince
Yalnız alevi savurur
Ve güneşin solmaz çekirdeğini
Yalnız doruklarda

Umulmadık bir gün olabilir bugün
Kan var bütün kelimelerin altında



Ve üstadım. Hayata senin şiirlerinle tutundum. Zuhal ile olan aşkınızdan istedim hep. Olmadı, olduramadım. Özlemle ve sevgiyle anarım.

3 Ocak 2014 Cuma

Şeytanın Gözyaşları

Bu yılın ilk yazısı. Güzel yıllar! 


Hikaye yazasım yok. Kusura bakma. Her kimsen yani. Yazmak yazabilenler için en iyi ilaçtır. Ben de tam bir yıl önce ilacımı Blog'a dönüştürmeye karar verdim. okursun okumazsın. Ben kendim için yazıyorum. Seni bilemem ama benim anlatacağım, söyleyeceğim çok şey var. Birçok farklı gülüş gördüm. Birçok insanın ağlayışına destek oldum, sarıldım onlarla birlikte ağladım kimi zaman. Kendimi anlatmak gibi bir niyetim yok. Benayı sevmiyorum. İnsanlar, insanları üzdüğü sürece insan değil. Evet, hayatımız boyunca hepimiz birçok şey yaşıyoruz. Ama dikkatli baktığımızda hepsi ayın kapıya çıkıyor. Farklı hikayeler, farklı kişiler fakat aynı sonlar. Düşündüğümüz zaman kimi zaman olaylar bile aynı. "Hayatı çözdüm!" diyen bir insana inanmayın. O kendi hayatını çözmüştür, sizinkini değil. Bu yüzden insanlar düşündükleri şeyler yüzünden kavga ediyorlar. Geçmiş mevzularına hiç girmeyelim, çıkamayız. Neyse. Hayattaki en güzel şeylerin bedava olduğunu hepimiz biliyoruz. Gülmek, sarılmak, sevmek vs. klişeler. İnsanlar, insan olduklarını unutup insanları anlamanın çok zor olduğunu söyler çoğu kez. Cümleyi anlamadıysan bir daha oku. Hayattaki olaylar çok basit aslında. İyi gözlemle çözülemeyecek sorun da yok aslında. Çoğumuzun çekip gitmek, uzaklaşmak istediği anlar vardır. Peki ya neden vardır bu anlar? Çok mu mutsuz oluyoruz o zaman? Yoksa sadece kendimizden mi kaçıyoruz? Kaçarak bir şeye ulaşamayız. İnsan kendinden kaçamaz. Geçmiş, öyle haindir ki.. Geçmişteki güzel bir anınızı geri dönüp yaşatma gibi bir şansınız yoktur. Fakat kötü anılarınız hep yakanıza yapışıp kalır ve sizi asla terk etmez. Eline geçen ilk fırsatta sizi öldürmek için bekler. Ölmek sadece fiziksel bir eylem değildir. İnsanların ruhu bedeninden önce ölür. Ve çoğu insan yağmur yağarken ağlamaktan utanır. Koskoca gökyüzü ağlarken senin, benim, bizim gözyaşlarımız ne ki?! Bu satırları kendi şahsıma çevirmemek için resmen savaş veriyorum. 
Kendinize iyi bakın. 


Artık gitme vakti sevgilim. Saat? Cennete beş var. 


Zaman çok değişti.. Artık katiller öldürmeden önce "kendine iyi bak" diyorlar. *Yılmaz Erdoğan