11 Kasım 2019 Pazartesi

Kayıp Çığlık


Hanımefendi! Hanımefendi!

Biri ona mı sesleniyordu. Sıkıla sıkıla kulaklıklarını kulağından çıkardı. Şehrin bütün gürültüsünün kulağına dolup müziğin etkisinden çıkmayı bekledi. Ama hayır dışarısı sessizdi. Hem de çok sessiz. O zaman kim seslendi ona? Arkasını döndü sanki koşmuş yorulmuş gibi bir havası olan bir adam ona doğru duruyordu.
"Kulaklıklarınız varmış kulağınızdan. Ben de size sesleniyordum deminden beri."

Gereksiz sohbetlerden hiç hoşlanmazdı. Sabit bir bakış ve sabit bir ifade ile çocuğa baktı. Ne istiyordu bu yabancının derdi neydi? Neyse ki çok geçmeden adam devam etti. 

"Sizi, sizi metrodan çıkarken gördüm. Cebinizden bunu düşürdünüz. Seslendim duymadınız." 

Çocuğun elindeki tanıdığı mor keseye öylece baktı. Nasıl olur da bunu düşürüp fark etmezdi. Daha doğrusu nasıl bunu düşürebilirdi. Kendine çok kızdı. Ama karşısındaki adama kızması hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Metronun kırmızı çıkış ışığı yüzüne vururken adama doğru bir adım daha yaklaştı. 

"Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim." sohbetin burada bitmesini umup yoluna devam edecekti ki karşısında duran bu yakışıklı adamın ona doğru bir adım daha yaklaştığını fark etti. 

"Şey.. Yağmur bastıracakmış diyorlar. Hava da karardı. Vaktiniz varsa diyorum. Size bir kahve ısmarlayabilir miyim?"

Bu ne cürret diye düşündü içinden. Alt tarafı düşürdüğü bir şeyini ona verdi diye kahve mi içecekti tanımadığı biriyle? Sonra mor kesesini düşündü. O olmadan ne yapardı? Tamam demekten ne kaybedebilirdi ki? Sessizce tamam, aslında güzel olabilir gibi bir şey fısıldadı. 

"Hazır Geziparkı çıkışındayken İstiklal'in ara sokaklarında birinde çok güzel bir kafe var ortamı bana hep, hem hüzün hem de huzur vermiştir. Oraya götürmek isterim sizi."

O an hata mı yapıyorum diye düşünmeden edemedi. Ama ışıl ışıl gözleriyle genç adam ona o kadar güzel bakıyordu ki reddetmek imkansız bir hale geliyordu. İlginçti, normalde hiç Geziparkı çıkışından çıkmazdı metronun, bugün canı değişiklik istemişti. Bu tesadüf çok sıradan mıydı yoksa hayat değiştiren o küçük büyülü anlardan biri miydi? Bunu şuan bilmeyi çok isterdi. Ama o zaman yaşamanın ne anlamı kalırdı ki. Yaşamı güzel ve çekici yapan da bu değil miydi zaten? Belirsizlik.. Gizem.. Bu hikayenin sonunu bilseydi yaşaması anlamsız olurdu. Hikayesi kötü sonla bitse bile yaşamak güzeldi. Reddetmedi. Sessizce beraber yürümeye başladılar. Çok geçmeden genç adam -ki laf arasında kendine kızarken aptal Ali demişti- konuşmaya bir şeyler anlatmaya başlamıştı bile. Ali o kadar hızlı ve o kadar çok şey anlatmıştı ki biran duraksayıp 
"Özür dilerim, heyecanlı olunca çok konuşurum. Sıktım seni de" deyip hangi sokaktan gitmeleri gerektiğini eliyle gösterdi. Ama o yolu zaten biliyordu. Hatta gittikleri yerin de Mavi Rüzgar olduğuna adı kadar emindi. Çünkü kendi de buraya hep bu sokaktan sapıp gelirdi. Ali'nin mahcup hissetmesini istemedi. "Yok hayır, ben de pek konuşkan bir insan değilimdir kusura bakma." dedi. O an Ali'nin gözlerine baktığında uzun zamandır görmediği bir şeyi gördü. Huzur, mutluluk, aşk.. hepsinin karışıp gözleri ışıl ışıl yapan o büyü.. Evet iki çift gözün arkasından göz kırpıyorlardı ona, biz burdayız bak daha ölmedik dermişcesine. Hayır hayır hayır hayır! Aynı şeyler olmayacaktı. Sessizliğe hala anlam veremiyordu. Sanki şehir terk ediyordu kendisini. Sanki Galata'nın cenazesi kalkıyordu Kız Kulesi'nden. Ali'den duyduğu yağmurunu hatırladı. Korkak İstanbullular böyleydi işte ödleri kopardı ıslanmaktan. Oysa bu şehrin tadı en çok yağmurla çıkıyordu. Oysa bu şehir yağmurla benliğini hatırlıyordu. Geldik diyen Ali'nin sesiyle düşüncelerine ara verdi. Evet, tahminleri onu şaşırtmamıştı. Mavi Rüzgarın kapısının önünde duruyorlardı. Tam o sırada yağmur sanki daha önce bu şehre hiç yağmamış gibi bütün hızıyla yağmaya başladı. Hemen içeri girdiler. İçeri adım atar atmaz şaşkınlığını saklayamadı. Ne Ali'den ne kendinden.
"Ne olmuş buraya?!"
Ali de şaşkın şaşkın duvarlara öylece bakıyordu. Alışık oldukları masmavi duvarlar siyaha boyanmıştı. Eskisi gibi kalan tek şey altında belirli belirsiz "Her mutsuzluk biraz mutluluktur." yazan şu ölen kafe sahibi güzel kadının gizemli fotoğrafı.. Her ne kadar o bu fotoğrafın hikayesini yüzlerce kez dinlemiş olsa da fotoğrafın hala gizemli bir yanı vardı. Mor küçük kesesi. Mavi'sinden ona kalan tek hatırası. "Bak.. Bak bu kesenin içine umudumu, hayallerimi, sevgimi fısıldadım. Biliyordun Rüzgar'dan önceki halimi hadi al sende dursun belki bir Rüzgar da sana eser he ne dersin?" diye küçük bir kahkaha patlatıp eline tutuşturmuştu Mavi bu küçük mor bozuk para kesesinini.
Ah Mavi.. Bu kafe o yüzden iyi hissettiriyordu ona. Hayatının hep kötü yönünü görse de bu kafenin olumlu yanının görebiliyor hissedebiliyordu bu yüzden. İçi burkuldu. Mavi Rüzgar yerini karanlık ve sessizliğe bırakmıştı.  Sözü düşüncelerinden Ali aldı ;
"İki sene önce" dedi.. "İki sene önce alkol geldiğinde bir şeylerin değişeceğini biliyordum. Ama bu kadarı fazla." dedi. Sinirli miydi yoksa gerçekten onun kadar üzülmüştü mü Ali bu duruma bilmiyordu. Mavi Rüzgar eskisi gibi değildi..

Yine de oturdular.
Yine de içtiler.
Yine de sevdiler.
Yine de öpüştüler.
Yine de seviştiler.
Yine de öldüler.




Mavi Rüzgar. Sonların en güzel başlangıcı, başlangıçların en güzel sonu... kayboluşların, yok oluşların daimi mekanı.. Onların sonu mu olacaktı? Başlangıcı mı? Bilemezlerdi. Kimse bilemezdi. Zaten bilseydik bu hikaye anlamsız bir hale gelirdi.

Unutmadan, çığlıklarınızı kaybetmeyin. Umutsuzluğa alışmayın, yatağa küs girmeyin!

17 Nisan 2019 Çarşamba

Moonlight Sonata

Geri döndüm!

Gecenin karanlığına karışan ruhuyla sokakta bir başınaydı. Rüzgar saçlarını usulca dalgalandırıyordu. Bunlara aldırış edecek ne gücü vardı ne de zamanı. Hayata hep geç kalmışken bir de bunları umursayıp vakit kaybedemezdi. Köpeklerin gecenin bir vakti neden havladığına dikkat kesilecek vakti de yoktu. Sadece yürüyordu. Nereye gittiğini bilmediği ve muhtemelen asla bilemeyeceği bir sokakta tek başına yürüyordu. Her zaman olduğu gibi yine tek başınaydı. Çünkü hayat yalnız başına savaşılan bir savaştı. Yıllar canını yaka yaka öğretmişti bunu ona. Ne zaman ki kendini yalnız hissetse bunun bir güçsüzlük değil güç göstergesi olduğunu adı kadar iyi biliyordu artık. 

Her şeyin yalan olduğu bir oyunun içindeydi. Ve o sahnenin ortasında selamını tek başına veren mükemmel bir oyuncuydu. Deniz kenarına indi ve usulca sigarasının ateşle olan dansını izledi. Masmavi görkemiyle karşısında duran deniz nasıl da gece rengine bürünmüştü. Karanlık nasıl da yutuvermişti engin maviliği. Şimdi onu aydınlatan tek şey gökyüzündeki muhteşem aydı. Yer yer simsiyah rengini saf beyaza bırakırdı. Fakat biliyordu ki ayın ışığı bile güneşten çalıntıydı. Aya bile güven olmazdı. Ne yapıyordu bu saatte, bu soğukta deniz kenarında? Sadece düşünmek için mi gelmişti gerçekten? Yoksa onu buraya iten bir güç mü olmuştu? Yürüdü. Kulağına o muhteşem melodi çalındı "Moonlight Sonata". Ne yani şimdi de olmayan sesleri mi işitir olmuştu?  Sesin geldiği yere doğru ilerlemek istedi fakat sanki atmosferin tamamında yankılanıyordu bu melodi. Yürümekten vazgeçip olduğu yerde öylece durdu. Gözlerini denizin ay ışığıyla kucaklaştığı noktaya dikti. Ses... Ses sanki şimdi daha net, en az ay ışığı kadar görkemli bir şekilde çalınıyordu kulağına.

Ses denizden mi geliyordu? Daha neler?!  Uykusuzluğunun ona oynadığı oyunlardan biriydi muhtemelen. Deniz kenarından yukarıya doğru yürümeye karar verdi. Ses biran olsun peşini bırakmıştı. Evet, susmuştu. Neden sonra koca sokak boyunca tek hafif sarı ışık yayan bir evin bir odasından geldiğini düşündü sesin. Oradan geçerken karanlıktaki ruhuyla kesişmişti sanki bedeni. Tüyleri ürpermiş, içi titremişti. Hayır, rüzgar saçlarını dalgalandırmayı bırakmıştı üşümüyordu. Ses.. Ses kulağından çok sanki ruhunda yankılanıyordu. Evet, bu evde bir şey vardı. Ve evet ses kesinlikle buradan geliyordu. 

Ne yapacaktı? Gecenin bir vakti bir hırsız, sapık gibi eve dalıp öylece kimin çaldığına mı bakacaktı? Bunları düşünürken kendini çoktan ışığı yanan tek evin kapısında bulmuştu. Tek duyabildiği Moonlight Sonata'ydı. Hatta öyle ki düşünceleri bile susmuş bu melodiyi dinliyordu. Bir gariplik vardı. Evin kapısı aralıktı ve adeta içeri girmesini davet eden bir ruh vardı. Düşünceleri melodiyi dinlerken o bir adımını içeri atmıştı bile. Loş sarı ışık sadece piyano duran çok da büyük sayılmayan bir odayı aydınlatmaya çalışıyordu. Aydınlatmaya çalışıyordu çünkü o kadar loş bir ışıktı ki bu ne ışığın neredem geldiğini çözebilmişti ne de piyanonun başında birisinin oturduğunu. 

"Hoş geldin!"
Melodi hala sürerken bu iki kelime gecenin sessizliğinde sessiz bir çığlık gibi yankılanmıştı. Sesin sahibi muhtemelen piyanonun başındaki adamdı. Cevap vermesi gerekiyor muydu? Bunu düşünmeden 
"Hoş buldum!" diye cevap verdi sese. Sanki zaten senin kime ait olduğunu biliyordu. Ama hayır bit yabancıydı bu. Gecenin bir yarısında piyano çalan bir yabancı. 
"Neden orada duruyorsun? Gelip yanıma çalsana!" 
Kesinlikle tanıdık biri olmalıydı. Yoksa onun yıllar boyunca piyano çaldığını nereden bilecekti. Sahi ya ne zamandır basmıyordu o tuşlara , ne zamandır ruhunu böylesine bir sakinliğe emanet etmiyordu da ruhunun geceyle mutluluğuna izin veriyordu? En son ne zaman yaşamıştı? Adamın söylediğini yaptı. 

Yanına oturdu. Sabah olana kadar çaldı.

Sabah olduğunda ne ruhu ne de kendisi vardı. 




3 Şubat 2019 Pazar

"Bilemedim"

Ne yazık ki hikaye yazacak kadar gücü kendimde bulamıyorum. Daha doğrusu şu ilham biraz arayı fazla açtı. Aslında aklımda birkaç bir şey var olmasına ama insanın kafası ne kadar doluysa o kadar zor oluyor düşünceleri yazıya dökmek.

Önceden bilemediğim yeni yeni fark ettiğim bazı şeyleri paylaşmak istedim. Sizi hiç ilgilendirmez gerçi de belki satır aralarına ruhunuz kaçmıştır.

Hiçbir zaman çizgimi bozan bir insan olmadım. Ama fark edemediğim şey çizgimi ne zaman çizmiş olduğumdu. Çizilen bir çizgi hiç mi değişmezdi? Değişirse ben, ben olmaz mıyım? gibi zibilyon tane saçma sapan düşüncelerle boğuşurken anladım ki bir şeyleri değiştirmek iyi hissettirecekse değişim de iyidir. Kimse anlamaz diye düşündüm. Kimse anlamadı. İnsanlara dair tek sevdiğim şey belki de bu. Anlamazlar!  Beni şu yaşıma gelene kadar üzen, sıkan, mahveden şeyleri affetmeye çalışarak başladım işe. İçimden hep başaramayacağımı düşündüm. Ama başardım. Hem de hiç zorlanmadan. Helal be bana. Şaka bir yana geçmişle barışmak üzerinizden tonlarca yük götürüyor. Affedeci olmak da buna biraz daha tat katıyor. Bazı özelliklerimi bu yüzden aynı bırakmaya karar verdim ben de. O şefkatli, affedeci, enerjik küçük kız çocuğu hiç gitmeyecekti mesela. Ya da her şeyin karşısında İŞTE BU BENİM diye ayakları yere basan kendinden emin o olgun kadın hiç çıkmayacaktı içimden.
Şu pes eden, mücadele etmeye isteği olmayan, alıngan sevimsiz küçük kızı atmak lazımdı içimden. Çünkü bu çocuk aynı zaman da kimi zaman inanılmaz negatif olup mutsuzluk saçıyor. O geçmişinde yaşamaya bayılırdı mesela. Olmayan, olamayan olaylara kafa yormaya bayılır, kılı kırk yara yara düşünürdü. Şimdi onu kovmaya başladığım bu süreçte ufak ufak terk ediyorum bunları.

Bilemedim.

İçimde bu kadar çok "ben" olmasaydı biliyorum ki bu hikayelerin hiçbirini yazamazım. Son zamanlarda anlamsızca rap dinliyorum kaldı ki hiç tarzım değildir her neyse bir şarkıda "Bazen seni yıkan şeyler eder tekrar inşa" tarzı bir şey diyordu. ULAN dedim. Şuan bana olan şey de tam olarak buydu. Geçmişte beni kıran, üzen, canımı acıtan ne varsa şuan beni tekrar inşa ediyordu. Üstlerine alınacak olan insanlar olacaktır. Hay hay efendim. Kötü bir şey demiyorum zaten. 

Bilemedim.

He değişimin en sevmediğim yanı sanırım birazcık umutsuzluğa kapılmak, yatağa  küs girmek oldu. Yani çoğu zaman sanki hayatta yapabileceğim her şeyi yapmış yaşlı bir teyze gibi hiseddiyorum kendimi. Aşka aşık olan ben yağmurdan bile keyif almıyorum artık. Bunlar üzücü detaylar. Aşk, sevgi bomboş altı bir daha asla doldurulamayacak kavramlar halini aldı. İşin bir kötüsü de geçmişimle biraz fazla barışınca geçmişteki her şeyi unutmak oldu sanırım. İyi şeyleri de kötü şeyleri de hatırlamak çok güçleşiyor. Düşününce hiç olmamışım, hiç sevmemişim, hiçbir zaman hiçkimsenin arkasından ağlamamış gibiyim. Alasını yaptım, alasını yaşadım. Duygularımı en en uçlarda yaşamışken şuan bir şeyler hissedememek beni biraz üzmüyor desem büyük yalan söylerim. 

Bilemedim.

Bir umursamazlık var üstümde. Hiç böyle olmazdı. Kendimce büyük gördüğüm konuları kafama takmaktansa gidip miniminnacık şeylere dertlenip kafa yormayı tercih ediyorum. Umarım bu yüzden asla pişmanlık yaşamam. Hiçbir zaman keşke demedim. Umarım bundan sonra da demem. Keşke demiş olsaydım biliyorum  ki şuanki benliğime ulaşamazdım. Daha doğrusu zaten böyle bir ben hiç olmazmış. Şuana kadar bir kez bile boynumu eğdirmedi hayat. Bu saatten sonra da sıkar zaten. Düştüğümde bile çenem gökyüzünü seyrediyordu. Düşmekte sıkıntı yok. Yine düşer yine kalkarım. İnsan hop deyince güçlü olmuyor.

Bilemedim.
Belki de hepsi kocaman bir yalandır.



Minik bir sessizlik,
Umutsuzluğa alışın, yatağa küs girin.
Ya da siktir edin nasıl mutlu olacaksanız.