29 Ekim 2013 Salı

Gökyüzü Kadar Dünya

Merhaba! Ben, çocuktum, çocukluğumu elimden aldılar. Ben küçük bir kızdım,bebeklerimi elimden aldılar. 
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Annemin koluna girip dışarı çıktığımda bana bakan onlarca çift göz görüyorum. Gülümsüyorum hepsine. Tek başıma da çıktığım oluyor. Arkadaşım yok benim. Ama umutlarım var. Hayallerim var. Asla yitirmeyeceğim düşüncelerim var. Siz, benim düşündüğümü bilmiyorsunuz. Ben orada bir köşede usulcacık gülümsüyorum sadece size. Hepiniz de beni görüyorsunuz. Kim bilir belki de bana acıyorsunuz bilemiyorum. Sıradan bir gündü bugün benim için. Dünya, yine gökyüzü kadardı. Daha fazla dünya görmek benim için yasaktı sanırım. Gökyüzünde kuşlar var, bulutlar var.. Mavi var bir de. Sizin için bunlar çok şey ifade etmiyor biliyorum. Ama benim bunlardan çıkardığım kocaman kocaman mutluluklar var, gülümseyişler var. Siz farkında değilsiniz. Ama gökyüzünde uçan bir kuş bazen bana göz kırpıyor. Bulutlar bana şapka çıkartıyor. Mavi bütün güzelliğiyle gülüyor bana. Siz bunları fark edemezsiniz. lütfen beni yanlış anlamayın. İnsanlara bakacak yüzüm olmadığı için, gökyüzü kadar benim dünyam. Çünkü insanlar bana bakamaz çoğu kez. Bugün dedim ya sıradan bir gündü benim için. Adını hiç bilmediğim televizyon dizilerini gülerek izledim bugün. Tahmin edemeyeceğiniz kadar canımı yaktınız bana olan bakışlarınızla. Oysa ki ben sizden üstünüm. Bunu fark edemiyorsunuz ama. Bugün yine o anlamsız dizileri izledikten sonra yatağıma geçtim. Boş gözlerle bütün gün bir tavana bakıp durdum. Annem geldi yanıma, bir şeyler yedirmek için bana çok çabaladı. Canım istemedi. Üstüme döktüm. Annemin üstüne döktüm. Annemin hakkını hiç ödeyemem. Benim canım annem. O beni karşılıksız seven tek insan şu dünyada. Hoş diğer insanlar zaten beni sevmiyor. Ama annem... Gözümün içine nasıl hayran hayran bakıyor bir bilseniz. Bilemezsiniz lafın gelişi diyorum işte. Koluma girdi annem. "Biraz dışarı çıkalım mı meleğim,ister misin?" dedi gözümün içine baka baka. Hep yaptığım gibi gülümsedim anneme. Bir de çıkarabildiğim birkaç tane belli başlı seslerden mırıldandım biraz. Hoşuna gitti galiba annemin. Yüzüme güldü. Öptü beni sonra. Dışarı çıktık. Ne büyük bir eziyetti bu benim için. Koluma girdi. Canım hiç yürümek istemiyordu. Güç bela yürüttü annem beni. Gözümden birkaç damla yaş geldi. Yüzümü astım. Annem hemen ağlamaya başladı. "Tamam meleğim. Yok bir şey dedi." Fazla kalamadık dışarıda. Annemi daha fazla üzmek istemedim. Evimize döndük. Annem sessiz sessiz ağladı sabaha kadar. Ben duydum bir tek. Sabaha kadar o ağladı, ben ağladım. Hiçbir şeyin benim için anlamı  yoktu. Annem için her şey anlamlıydı oysa ki. O sadece benim için mücadele ediyordu. Onun hakkını ödeyemem.
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Ben, sizden farklıyım. Farkım, sahip olduğum engelim. Ama bu engel beni engelleyemiyor. Sizin bana attığınız o küçümser, acıyan bakışlar benim canımı yakıyor. Engelim duygularıma engel değil. Ben de ağlıyorum. Ben küçük bir kız çocuğuyum. Beni dünyaya çok görmeyin. 

24 Ekim 2013 Perşembe

Ay

Utanmasam gider sorarım bana mı yazdınız bu şiiri üstadım diye...



Yürek kemiğiyle lades tutuşan iki çocuk! 

misafir oyuncu bir terkediş biçimi 
ile ellerim vücudunun prömiyeri! 



Aynı ahır adına koşan acılarımız var bizim! 
amatör balıkçının leğeninde iki istavritiz seninle 
ölüme beş kala ölümle canlı telefon bağlantısı kuran! 



dibi senin aşkında gizlenen kırılgan bir aysberg bu tufan.

küçük İskender 

20 Ekim 2013 Pazar

Ufak Bir Sessizlik



Canım, birtanecik, hayatta her şeyin en iyisine layık olan fakat kaderin oyunlarıyla şansının gölgelendiği ablam için! Aytuna ÖZBENT için! 

Umutsuzluğa alışma, yatağa küs girme! 


Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz, yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki de sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.
-On The Road / Jack Kerouac



Yolun yurdun olmuşsa, kalmak gurbettir. Git. 
-Ahmet Mümtaz Taylan

18 Ekim 2013 Cuma

Erken


Şiir yazmayı pek sevmem.

İnce ince yağmur yağardı gözlerinden,
Benim şu ıslanmaktan bıkmış üstüme..
Gökyüzü cennetle buluşurken,
"Güle güle" diyorsun bana 
Oysaki vakit henüz çok erken. 
Gözlerin gözlerime karışırken,
En güzel rüyalarım seninle renklenirken,
Ölüyorum ben,
Oysaki vakit henüz çok erken. 
Yarım kalan şiir dizeleri gibi,
Geceleri doğan güneş gibi,
Şarap şişelerinde arıyorum seni.
Tüketemediğim umutlarım karanlığa karışırken,
Gidiyorsun sen,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözyaşlarım buharlaşırken, şu mevsim benliğini şaşırmış son bahar gecesinde,
"Elveda" diyorsun bana,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Ve kalkıp giderken yanımdan öylece,  
"Elveda" diyorsun bana,
Sanki yabancıymışım gibi,
"Veda" ediyorsun bana..
Oysaki sevgilim,
Vakit henüz çok erken.
Beraber içeceğimiz kadeh kadeh,
Yalnızlıklarımız varken,
Gitmek için vakit,henüz çok erken.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Ay'ın Karanlık Yüzü



Yemin ederim sadece kurgu valla bak!   



Her insanın karanlık bir yüzü daha olduğunu, kendininkini görünce öğrenmişti. Her gün, her Allah’ın günü o aynaya baktığında aynı lanet yüzü görüyordu. Ne zaman kendiyle yalnız kalmaya karar verse o zaman durup insanları düşünüyordu. Kimi zaman duvarları rutubetli odasının penceresinden kafasını usulca çıkarıp düşünürdü insanları, kimi zaman da birkaç satır bir şeyler yazarken. Çünkü en çok bu zamanlarda kendiyle yalnız kaldığını hissediyordu. Gökyüzünün en hain zamanlarına şahitlik ettiği dakikalarda, gözleri yine ayı aramıştı. Biliyordu çoğu insan ayı severdi. Belki de sevmezdi. Onların sevdikleri ay değildi. Yakamozdu, dolunaydı. Ama ay değildi. Hiç olmamıştı. Biliyordu. Çünkü hiçbir insan birisini veya bir şeyi o olduğu için değil, onun yaptıkları için severdi. Biliyordu, çünkü her aşkın sonu da bununla benzerlik gösteriyordu. İnsanlar karşısındaki kişiden çok, karşısındaki insanın sevgisini severdi. Hoş gerçi o aşkın tamamen bir yalandan ibaret olduğuna inanıyordu. Ama bunu düşünemezdi. Aşk asla klasik bir yazar gibi onun konusu olmamıştı. Evet, belki aşık olmuş olabilirdi, birkaç satır bir şeyler karalamış, şiirler yazmış olabilirdi. Ama onun konusu aşk değildi. Onun konusu ölümdü. Büyük ihtimalle bu değişmeyecekti. Seçtiği bu konu, onun hayatı boyunca tepki toplamasına neden olacaktı biliyordu. Çünkü insanları çok iyi  tanıyordu. Ama yine de bu konudan vazgeçmeyecekti. “Neden ölüm?” diye soran herkese uydurduğu fakat en ufak bir doğruluk payı olmayan bir cevabı vardı; “Kimse yaşamayı hak etmiyor.” Oysa ki bu, doğru cevap değildi. Oysa ki bu ayın bir diğer yüzüydü! Ayın karanlık yüzüne şahit olduğunda, o günün klasik bir gün olacağını ümit ediyordu. Çünkü yine aynı lanet yüzle aynaya bakmış, yine her gün uyandığında en ufak bir değişiklik göstermeden, aynı rengine boyanan gökyüzünü görmüş ve yine aynı yerde, aynı kişi olarak uyanmıştı. Bu “aynı” durumu elbette ki canını sıkıyordu fakat buna aldırış etmiyor, alışmaya çalışıyordu. Bir süre sonra alışmıştı da. O gün biraz dışarıya çıkmıştı. Hava hafiften serindi. İnce ince yağmur yağıyordu. Tatlı tatlı insanın ruhunu okşayan bir rüzgar, ona hem küfür ettirmeye hem de dünyanın bütün güzelliklerini hatırlattırmaya yetiyordu. Fakat o yine küfür etmeyi seçip hayatını bir kez daha boş vermişlikten gelmişti. Rast gele girdiği bir marketten bir şişe şarap almış, evinin yolunu tutmuştu. Evine girdiğinde de her şey yolundaydı. Şarabını açmış, pikabının gramofonundan gelen o güzel şarkılara eşlik bile etmişti. Başka bir plak alıp onu takmaya bile üşenmemişti bu kez. Şarkılar yükseldikçe keyfi yerine geliyor biraz daha içiyordu. Fakat kafasını dışarıya doğru çevirdiği anda bir terslik olduğunu  anlamıştı. Zeus’un ya keyfi kaçmıştı ya da keyfi oldukça yerindeydi. Keyfi oldukça yerindeyse daima sokaklara işerdi, keyfi yoksa da bütün gece ağladığı bile olurdu. Biliyordu, çünkü Zeus’u da kendi kadar iyi tanıyordu. Fakat bu seferki Zeus değildi. Bu sefer gökyüzü ağlıyordu. Çünkü Zeus ölmüştü! Bir daha yağmur yağamayacak mıydı? Her şey gökyüzünün keyfine mi kalmıştı?! Bu hiç adil değildi oysa ki! Bu adil olamazdı! İşte o gün görmüştü ayın karanlık yüzünü. Ay, yağmurdan her zaman korkan bir korkak olarak kalacaktı! Yağmur yağdığı hiçbir gün görünmezdi. Çünkü ay, Zeus’un katiliydi! İşte o gün onun hayatında da artık bazı şeylerin değişmesinin vaktinin geldiğini anlamıştı. Biran için duraksamış, şarabının durduğu o küçük ama zarif sehpayı tek el hareketiyle devirmişti. Bunu yaparken onu asla yalnız bırakmayan gözyaşları da ona eşlik etmişti. Pikabındaki plağı büyük bir hırsla çıkartıp bir köşeye fırlatmıştı. Sonra da salonun en köşesindeki koltuğa geçip, gök gürültülerine meydan okurmuşçasına hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Neden ağladığını yine bilmediği bir zamandı bu. Zeus’a üzülmüş olmalıydı. O gün bütün bunları yaşadıktan gözlerine tavana dikip o rutubet kokusu içindeki odasında uykuya dalmıştı. Uyandığında ise artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, olamayacağını biliyordu. Hep yaptığı gibi insanları düşünmeye başladı. Aslında hepsi özünde aynıydı. (Bana alınmayın bu aynı olan noktayı söylersem size hayatın sırrını vermiş olurum. Lütfen devam edelim.) Fakat hepsini farklı kılan özellikleri vardı. Ama onun konusu bu farklılıklar veya aynılıklar değil, onları nasıl öldürebileceği olmuştu. Çünkü hepsi yağmuru sevdiğini söyleyip, şemsiyelerini de alıp köşe bucak yağmurdan kaçarlardı.

Merhaba !

Merhaba,
Annem, babam, ablam, amcam, hocam, arkadaşlarım, yabancılarım, takipçilerim, yanlışlıkla girenler, aradığını burada bulamayanlar, merhaba ! Bu blog gözünüzü korkutmasın gözünüzü seveyim. Buradakilerin gerçeğe dayanmadığını siz de biliyorsunuz. Normalde bu kadar manyak olmadığımı siz de biliyorsunuz. Aman gözünüzü seveyim, havalar değişken, kendinize iyi bakın!

5 Ekim 2013 Cumartesi

İnti(kam)har

Henüz gecenin soğukluğu varken havada, odasından içeriye sızan güneş ışığı onu rahatsız etmişti. Havadaki bu serinlik bütün hücrelerine teker teker uğrayıp onun hafif de olsa üşümesine neden olmuştu. Henüz, yaz aşklarının ayrılmadığı bir vakitti. Her şeyin üstüne geldiğini hissettiği bir zamandaydı. Yaşamaya çalışıyordu kendi çapında. Aslında onu sıkan, üzen hiçbir şey yoktu düşündüğü zaman. Ama içinde onu yiyip bitiren bir şey vardı. Gün geçtikçe onu güçsüz kılan bir şeydi bu.  Kendini bildiğinden beri bu duyguyla yaşıyordu. Hep bir şeyler eksik gibi. Herhangi bir derdi olduğunda kimseyle paylaşmaz ve onu kendi içinde çözmeye çalışırdı. Hemen hemen bütün sorunlarına bu şekilde çözüm bulabilmişti. Her şeyi içine atmasının nedenini o da bilmiyordu aslında. Belki insanların onu tanımasını istemiyordu. 




Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Tek el kurşun sesi... Düşüncelerini bölen bu sese neyin neden olduğuna bakmak için hemen pencereye koştu. Evi tek katlı, bir odası olan ve bir salonu olan, mutfağı ve banyosu ile ona yetecek büyüklükteydi. Çünkü tek başına yaşıyordu. Hoş, yaşamayı bırakalı çok olmuştu. Mutfak dağınık ve pisti. Salonda, yerde bira şişeleri, sigara izmaritleri ve boş ilaç kutuları vardı. Odasının hali de çok farklı değildi. Odaya girer girmez karşıda yan bir şekilde duran bir yatak vardı, demir ve eskimiş yatak başı ile duvara dayalı olarak duruyordu. Yatağının karşısında ise eski bir giysi dolabı vardı. Yatağı ve dolabının karşısındaki duvarda ise duvara sabitlenmiş olan bir televizyon vardı. Ve televizyonun çaprazında ise duran tekli ama büyük bir koltuk vardı. Evi fazla umurunda değildi. Bu yüzden evini en son ne zaman temizlediği önemli değildi. Bir ara bir temizlikçi tutmuş, sonra düzenini bozduğunu söyleyerek onu da işten çıkarmıştı. Odasındaki pencereden dışarıya baktığında panik içinde birkaç insanın etrafta koştuğunu gördü. Kurşun sesiyle alakalı olduğunu düşündü. İnsanların koştuğu noktaya bakınca yanılmadığını anladı. Bir adam yerde öylece yatıyordu. Peki, bunu kim yapmıştı? Üstelik saat daha sabahın altısıydı. Bu işler gece halledilmeliydi. İnsan, başka birini de öldürecekse veya kendini de öldürecekse bunu gece yapmalıydı. Gündüz gözü çok dikkat çekerdi. Ama gece bütün pis işlerin döndüğü karanlık saatleri barındıran iğrenç bir vakitti. Hele yağmur varsa, cinayet kaçınılmazdır. Yağmur öldürür, gece ise onları karanlığa gömerdi. Karanlık çoğunlukla gizemi de beraberinde getirirdi. Pencereden dışarıya bakarken, ambulansın siren sesleri onun düşüncelerini böldü. Adam ölmüş müydü? Ölmüş olmasaydı onun üstünü siyah bir tıbbi örtüyle kapatıp sedye ile ambulansa bindirirler miydi? Sanırım bu çok sık görebileceği bir şey değildi. Olayın ne olduğunu merak etmişti. Tek merak eden o değildi. Çevredeki çoğu insan merak etmişti, biliyordu. Ama onun merak ettiği şey, diğer insanların merak ettiğinden çok farklı bir şeydi. O, adamın nasıl öldüğü ile ilgilenmiyordu -hoş silah sesi bunu açıklıyordu zaten- o, adamın öldürülüp öldürülmediğini merak ediyordu. İntihar ettiyse de neden intihar etmişti? Öldürüldüyse de neden öldürülmüştü? Ona mantıklı gelen şey, cinayet değil intihardı. Çünkü insan birinin canını ne diye alırdı ki? Onun da bir hayatı vardı. Ama intihar öyle değildi. İntihar eden birisinin ya başka çözüm yolu yoktur ya da hayattan kaçmak istemiştir. O da birçok kez hayattan kaçmayı düşünmüştü ama yapamamıştı. En iyi intihar neydi? İlaç mı, silah mı, kendini asmak mı, uyuşturucu almak mı? En iyi intihar yöntemini bilmiyordu. Hala pencereden bakıyordu ve isteyerek iki kişinin konuşmasını dinledi;
-Ne olmuş? Ne olmuş?
-Adam yolun ortasında öldürmüş kendini!
-Ay deme! Neden yaptı acaba gencecik de adam tüh!
-Ya sorma, Allah rahmet eylesin ne diyelim.
-Valla öyle komşum. İyi adamdı, Allah rahmet eylesin!
“Ne kadar boş konuşan insanlar var!” diye geçirdi içinden. Demek adam intihar etmişti. Pencereden içeriye girdi. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Acaba neden intihar etmişti? Ve buna nasıl cesaret etmişti? Hem de sabah sabah ve insanların olduğu bir zamanda. Düşünceleri yoğunlaşa yoğunlaşa uyuya kalmıştı. Tekrar uyandığında saat on bir falandı, dikkatli bakma zahmetinde bulunmamıştı çünkü. Zaman ilerledikçe düşünceleri derinleşiyordu. Aklı hala intihar eden o adamda kalmıştı. Hala anlam veremiyordu. Buna nasıl cesaret etmişti? Karnının acıktığını hissettiği için yorgun ve uyuşuk adımlarla mutfağa ilerledi. Buzdolabını açtığında birkaç kutu yarım süt, sayamadığı kadar çok biraz kutusu, yarısı yenmiş pastalar, tatlılar ve klasik “kahvaltılık” mönüsünden birkaç parça yiyecek vardı. Mutfağı Cemal Süreya dizeleri gibiydi; derbeder ve pis. “Karın ağrısı çok boktan bir şey, kız olmaktan nefret ediyorum!” diye geçirdi içinden. Çünkü karnına bir ağrı saplanmıştı. Yine de bir şeyler yemeliydi. Dolaptan yarım olan süt kutularından birini aldı. Ve şu her mutfakta olması gerektiğine inandığı erzak dolabından hazır kutu mısır gevreklerinden aldı. Mutfak dolabını açtı, bir kâse aldı. Ve sanki dünyanın en zahmetli işini yaparmışçasına sütü ve mısır gevreğini kâsede karıştırdı. Odasına gitti, televizyonunu açtı, koltuğuna oturdu, mısır gevreğini yemeye başladı. Her sabah aynı şeyi yaptığından bu onun için çok da farklı bir şey sayılmazdı aslında. Bir süre sonra otomatiğe bağlamış bir şekilde sanki kendi elinde olmadan yapıyordu bunları. Salonda zır zır çalan telefonu duymazdan gelip kahvaltısını etmeye devam etti. Karnı hala çok ağrıyordu. Boş gözlerle telefona bakarken yatağının üstünde duran cep telefonu zır zır çalmaya başladı. Basit bir küfür ederek kahvaltısını koltuğa bıraktı, yerinden kalktı ve telefonuna baktı. Arayan annesiydi. Açıp açmamakta çok tereddüt etti.
-Alo?
-Kızım? Nasılsın? Evden de aradım açmadın bir şey mi oldu?
-Ne olacak anne ya! İyiyim ben arayıp durma artık. Duymamışım.
-Tamam, aksileşme hemen. Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?
-Yok anne, teşekkür ederim.
-Bugün senin  yaşadığın o şehir demeye bin şahit lazım olan yere geliyorum.
-Ee? Ne yapayım anne?
-Sana geliyorum.
-Gelme.
-Hani bunları aşmıştık?
-Barışmamız bana gelip sahte gülücüklerle beş çayı yapıp, kek veya şu aptal kurabiyelerden yememizi gerektirmiyor.
-Seni özledim. Bu yüzden geliyorum.
-Hadi ya! Burada bir işin vardır senin. Beni de aradan çıkarmış olursun. Bilmiyorum sanki seni. Hep aynı şeyi yapardın herkese.
-Yapma böyle, üzüyorsun beni.
-Gelme anne! İstemiyorum. Bir daha da aramazsan sevinirim.
-Peki. Başka zaman artık.
-Başka zaman da gelme.
-Peki, iyi günler.
Annesiyle on sekiz yaşından beri hiç görüşmemişti. Şuan yirmi beş yaşındaydı ve en ufak bir özlem duymuyordu. Kavga edip bu eve taşınmıştı zaten. İki yıl önce de annesi telefon etmiş, uzun uzun konuşmuşlar ve öyle barışmışlardı. Onun için endişelenen insanların olmasını sevmiyordu. Çünkü o, kendi için endişelenmeyi uzun süre önce bırakmıştı. Kavga nedenleri de aslında çok basit bir şeydi. On sekiz yaşında ailesinden ayrı eve çıkmak istemişti. İkinci kez üniversite sınavına girmek istemediği için ilk senede girdiği üniversiteye girmek istemişti. Anca bu üniversitede şehir dışında olduğu için ayrı eve çıkmak istemişti. Annesi ise bunu anlayışla karşılamamıştı. Annesi ona güvenmiyordu, tek başına başka bir şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de uzun süren bu kavga büyümüştü. Bunları daha fazla düşünmek istemiyordu, bu yüzden düşüncelerini durdurdu. Koltuğuna tekrar oturdu. Kahvaltısına devam etti. Penceresinden dışarıya bakmak istedi. Kahvaltısı bitmişti. Kâseyi koltuğun üzerine tekrar koydu ve penceresinden baktı. Mevsimler, mevsimliğini bilmiyordu. Yaz ayıydı. Ama hava deli gibi rüzgârlıydı. Evet, yaz ayında rüzgar ne güzel olurdu. Serinletirdi insanı. Ancak bu rüzgar insanı serinletmiyor, aksine sersemleştiriyordu. Biraz daha uyumaya karar verdi. Yatağına öylece uzandı. Uyandığında hava kararmıştı bile. Uyanır uyanmaz yine düşünmeye başladı.  Canı sıkkın gibiydi. Mutluydu, nedenini bilmiyordu ama mutluydu. Her şey onun için yolunda gidiyordu. Yıllardır kendini inandırdığı bir yalandı belki de bu. Yani mutlu olmak. Kendini mutsuz hissetse bile “Mutluyum.” der ve bundan güç alırdı.Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edebilirdi? Mutsuz olduğunda bile “Mutluyum.” demek ona güç veriyor olabilirdi ama mutlu hissettirmiyordu. Hayatı boyunca kaybetmediği tek şey gülümsemesi olmuştu. Ne olursa olsa hep gülerdi. Ama içinde hep eksik bir şey vardı. Sanki hiç kapanmayan, gün geçtikçe tazelenen ve büyüyen bir boşluk gibi, bir acı gibi. Belki de onu bu hale getiren şey oydu. İsmini koyamadığı şu garip his. Bunu geçirecek olan şey neydi bilmiyordu. Gidip zil zurna sarhoş olana kadar içmeliydi belki de. Evet, evet bunu yapacaktı! Biraz kafasını dağıtmak iyi gelebilirdi. İyi gelecekti. Biliyordu. Eski giysi dolabından bir şort ve bir de tişört aldı. Düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve artık hava iyice kararmıştı. Sersemleten rüzgara önlem olarak da ince bir hırka aldı dolabından. Vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi ve merdivenleri tak tak diye ses çıkarta çıkarta aşağıya indi. Yakınlarda bildiği güzel bir bar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Gecenin kendine has sarhoş eden bir tadı vardı zaten. Bu yüzden sarhoş olmak için çok içmesine gerek kalmayacaktı. İçeriye girdi. İçeriye girer girmez bütün erkeklerin gözü bir kez de olsa onu süzmüştü. Fakat onun tanıdık bir yüz olduğunu fark edince hiçbiri ikinci kez bakma zahmetinde bulunmamıştı. Barmenin etrafında çevrili olan uzun ve kıvrımlı masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu. Etrafı sarı ve loş ışıklar aydınlatıyordu. Yere dökülen biralardan yerler pis ve yapış yapıştı. İnsanların buna pek aldırış ettiği söylenemezdi. Herkes içkisiyle birlikte keyfine bakıyordu. Bu barı özel kılan buraya sık sık gelmesi dışında, burada çalışan barmenin lise arkadaşı olmasıydı. Sevdiği ve kendine yakın gördüğü bir arkadaşıydı. Liseden beri hiç kopmamışlardı. Hep görüşürlerdi. Arkadaşı bu barda çalışmaya başlayalı iki ya da üç yıl olmuştu. O günden beri bu bara geliyordu zaten. Bundan önce hep gittiği bir bar vardı. Arkadaşı burada çalışmaya başlayınca da buraya gelmeye başlamıştı. Kısa bir muhabbet ettiler.

-Bu gece sarhoş olmak için geldim.
-Ne oldu?
-Yok bir şey kafamı dağıtmak istiyorum.
-Emin misin?
-Bana içki verecek misin artık? Yoksa başka bara mı gideyim?
-Eve nasıl gideceksin? Saçmalama sarhoş olmana izin veremem.
-Beni sen bıraksan? Lütfen, iki adımlık yer biliyorsun.
-İyice saçmaladın sabah çıkıyorum ben buradan.
-Tamam. Ben de sabaha kadar içerim. Bunca yıllık arkadaşınım.
-Sana bunu yapamam.
-Bunu ben istiyorum. Erken çık bugün. Bir şeyler yap lütfen. Tek arkadaşım sensin bu çevrede.
-İyi, iç bakalım. Her zamankinden mi hanımefendi?
-Evet, lütfen. Teşekkür ederim.
-Al bakalım ve kapat çeneni.
-Tamam tamam.

Gece dörde kadar durmadan içti. Zil zurna sarhoşluğu zirvelerde yaşıyordu. Arkadaşı zar zor aldığı izin aldığı işinden sadece ona söz verdiği için iki saat kadar erken çıkmıştı. Yaklaşık on senedir hatta daha bile uzun süredir arkadaş oldukları için arkadaşının ricasını geri çevirememişti. İçmekten neredeyse baygın durumdaydı, yürüyemiyordu. Bu yüzden arkadaşı onu kucağına almış o şekilde evine götürüyordu. Şortunun cebinden evin anahtarını aldı, kapıyı açtı. Onu yatak odasında yatağına yatırdı ve evden çıktı. Sabah uyandığında –sabah değildi lafın gelişi saat öğlen üçtü- dört dörtlük bir baş ağrısıyla karşı karşıyaydı. Tam tahmin ettiği gibi. Ama çok rahatlamıştı. Sanki bütün kötü şeyler gecenin karanlığına ve içkilere karışıp gitmişti. Mutluydu. Ve bu mutluluk lafın gelişi değildi. Televizyonuna yapıştırılmış bir notu zar zor okudu; “Sözümü tuttum. Bir daha bu kadar dağıtma kendini, lütfen. Bir gün de gel adam akıllı konuş. Dök içini. Bir bardak viski de veririm. İyi geceler.” Hafif bir tebessüm ettikten sonra kafasını tekrar yastığa koydu. Leş gibi içki kokuyordu. Duş alması gerekiyordu. Zar zor da olsa ayağa kalktı. Ve duşa girdi. Çıktığında kendini iyice rahatlamış ve ferahlamış hissediyordu. Saçlarını kuruttuktan sonra üstüne rahat kıyafetler giydi. Biran için daldı, aklına geçen gün intihar eden adam gelmişti. Hala anlam veremiyordu. Hayattan vazgeçtiği çok zaman olmuştu. Yaşamak istemediği, yaşamdan vazgeçtiği, umutlarını yitirdiği çok dakika olmuştu hayatında. Ama o pes etmemişti. Belki hep dimdik duramamıştı hayatta ama hayattan vazgeçmemişti. Aslında bir kez çok yaklaşmıştı pes etmeye. Kendini camdan öylece gecenin karanlığına bırakmaya çok yaklaşmıştı. Ama yapamamıştı. Hayatı boyunca dimdik duramamıştı ama pes de etmemişti. Hala onu yaşama bağlayan bir şeyler vardı. Yaşamalıydı. Çünkü ölünce eline hiçbir şey geçmeyecekti. Oysa ki o adam bunları hiç düşünmeden intihar etmişti. Belki de hayattan intikam almıştı. Onu bu kadar yoran bu kadar sıkan bir hayattan intikam almak için intihar etmişti. Bu ona en mantıklı çıkış yolu gibi gelmişti. Aynı şu herkesin sevdiği ve beğendiği eserler gibi kafada soru işareti bırakan bir sonu vardı adamın. Üstelik tamamen bir soru işareti bırakıyordu kafada. Nedeni de nasıl olduğu da bilinmiyordu. Evet,  intihar etmişti, nasıl olduğu sorusuna az çok cevap veriyordu bu. Ama neden? Neden intihar etmişti? Çok mu mutsuzdu? Hayır, bu onu yapamazdı. Hayattan intikam almak hala ona en mantıklı cevap gibi geliyordu. Ama değer miydi bunu da bilemiyordu. Düşündükçe işin biraz daha içine giriyordu, düşünceleri biraz daha yoğunlaşıyordu, derinleşiyordu. İşin içinden çıkamayacağı bir hale gelecekti yakında. Bunu bildiği için başka şeyler düşünmeye karar verdi. Ona ne olacaktı? Bu şekilde yaşamaya devam mı edecekti? Yoksa sonu o adamınki gibi mi olacaktı? Bunu tahmin edemiyordu. Onu bu hale getiren hayatsa neden hayata meydan okumuyordu? Meydan okumak, intikam almaktan daha etkili bir yöntemdi, biliyordu. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi verirken sanki her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldi. Evet! İşte bu! Her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü maviyse bunun bir anlamı olmalıydı, kuşların ötmesinin bir anlamı olmalıydı, mevsimlerin şaşmasının bir anlamı olmalıydı, insanların bencil olmasının bir anlamı olmalıydı, o adamın intihar etmesinin bir anlamı olmalıydı. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve bu anlamlar onun için yüklenmişti. O aydınlansın diye. Artık o bir şeyleri farkına varsın diye. Derin bir nefes daha aldı. Yine verirken her şeyin bir anlamı olduğunu ve bu anlamların onun için yüklenmiş olduğunu düşündü. Sokak kapısına yürüdü. Aşağıya indi. Ve omuzları dimdik kapıdan çıktı. 

Aşk "Ay"ı

Hepimizin hayatına ama iyi ama kötü birileri giriyor. Bu birileri hayatımızı iyi ya da kötü etkiliyor. Fakat birçok hikaye ama aynı biten bir son var. Evlenmediğimiz sürece. Gerisinin önemi var mı? Evleneceğimiz kişi dışındaki hayatımıza giren çıkan insanların ne önemi var ki? Arkadaşlar bunun dışında tabii. Hayatımıza arkadaşlar tabii ki girecek. Biz aralarından hangisi arkadaşımız olarak kalacak hangisi sevdiğimize dönüşecek sadece ona karar vereceğiz. Ve bilhassa güzel \ yakışıklı ve yakın olduğumuzu tercih edeceğiz. Hadi ekrana biraz daha yaklaşın. Ve bütün bunları bir bir yaşayan o “zavallı” ile tanışın…

Aşk mı?
Henüz ilkokul üçe gidiyordu. Onun yaşındayken birçok kız arkadaşının en yakın arkadaşları vardı. Hep beraber kız kıza gezdikleri şu en iyi arkadaş muhabbeti onların yaşında çok yaygındı. Fakat onun yoktu. O çocukluğunun belki de en önemli dönemlerini arkadaşsız geçiriyordu. Aslında onun da en yakın arkadaşı vardı. Fakat o, artık onunla konuşmaz olmuş, başla bir kızın en iyi arkadaşı olmuştu. Mecburen de bu durumu kabullenip kendi çapında yalnız bir çocukluk geçirmişti. Kız erkek bütün arkadaşlarına karşı öfkeliydi. Fakat bu öfkesini asla dışa vurmamıştı. Bir gün okulun bahçesindeki bankta tek başına otururken yanına sınıf arkadaşlarından biri geldi. Bir erkek arkadaşı. Nasıl olmuştu bu? Onu umursayan biri mi vardı? Acele etmemeliydi. “Ne oldu? Neden buradasın?” diye sakince sordu. Karşılığını aldığında en masum en zararsız duyguyu tatmıştı. Aşk bu kadar basit bir şey değildi. Aşk asla basit olmamıştı. Hele o yaştaki bir çocuk için aşk kelimesi abartının da üstünde yer alırdı. Masumca ona bakan çocuğun verdiği yanıt ise şuydu; “Beni kimse sevmiyor. Hiçbir arkadaşım oyununa almıyor. Ben de seni gördüm. Yalnız oturuyordun. Arkadaş olmak istedim.” Fakat onun karıştırdığı ve bu hatayı birçok kez daha yapacağı bir şey vardı; duyguları. Hiç arkadaşı yokken bir erkekten arkadaş olmak istedim diye bir cümle duyunca onun ondan hoşlandığını düşünmüştü. Oysa ki ortada öyle bir durum yoktu.

Çocukluk Aşk(lar)ı
Beşince sınıfa geçmişti. Arkadaşsızlık durumu azalmıştı. Ama hala en yakın arkadaşı yoktu. Aslında eski en iyi arkadaşıyla yavaş yavaş konuşmaya başlamışlardı. Ama hala o diğer kız, onun en yakın arkadaşıydı. Bu duruma ne kadar üzülse de elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bazen üçünün takıldığı zamanlar bile oluyordu. Her ne kadar onun hoşuna gitmese de. Ama sınıf arkadaşlarıyla genel olarak arasını düzeltmişti. Yakın olduğu iki kız arkadaşı daha vardı. Ve biraz da o zamanlar eski en iyi arkadaşım diye hitap ettiği bu kıza inat onlarla daha fazla takılmaya başladı.
-Çekilsene ya sen bizim sınıfta değilsin! Ne işin var bizim sınıfımızın sırasında?!
-Yoo, ben de sizin sınıftayım.
-Hayır değilsin işte. Seni daha önce hiç görmedim!
Sınıfa yeni katılan bu yakışıklı çocuk (cidden çocuk yani bildiğimiz çocuk) onda değişik duygular uyandırır gibi olmuştu. Çok sevimliydi. Yeşil gözlü ve hafif kumralcaydı. Bu çocukta onun hoşuna giden bir şeyler vardı. Bunu yakın olduğu iki kız arkadaşlarına söyledi. Hayatının ilk arkadaşlık kazığını da böylece yemiş oldu. O iki yakın dediği arkadaşı bunu bütün sınıfa söylemişti ve herkes bunu konuşuyordu. Çok utanmıştı. Yerin dibine girmek istemişti. Ama yapamamıştı. Daha sonra bu çocuktan hoşlanmayı bırakmıştı. O yaz tatile gittikleri yerde Ali isminde çok tatlı bir çocukla tanışmıştı. Akşamları anneleriyle birlikte sahilde geziyorlardı. Sabahları birlikte denize giriyorlardı. Bütün gün birlikte geziyorlardı. Annesi de küçük bir yer olduğu için onlara izin veriyordu. Eve dönecekleri gün belki de ilk defa bir tatilin bitmesine bu kadar çok üzülmüştü.

Ergenlik Aşk(lar)ı
Altıncı sınıfa geçtiğinde hep beraber takıldıkları siteden arkadaşıyla çıkmıştı. İlk kez hoşlandığı birisi de ondan hoşlanıyordu. Zaten bütün gün birliktelerdi. Bu da her ikisine de yetiyordu. Aşkın en masum halini belki de onlar yaşıyordu. Hiçbir abartı olmadan. Birbirlerinin elini bile tutmadan, yine birbirlerine isimleriyle hitap ederek. Yaz bitmişti. Yedinci sınıfa geçmişti. Ufak ufak ergenlik denilen sürece adım atmaya başlamıştı. Ama her şey yolundaydı. En yakın arkadaşıyla tekrar birliktelerdi. Yine en iyi arkadaşlardı. Bu olay altıncı sınıfta yerine oturmuştu. Ve lise boyunca da devam edecekti. O sıralar mevcut olan sınav sisteminden dolayı altıncı sınıftan beri dershaneye gidiyorlardı. Ve yedinci sınıftayken dershaneye yeni bir çocuk gelmişti. Bu çocukla cidden çok iyi anlaşmaya başlamışlardı. Ama asla ona karşı hissettiği en ufak bir şey bile olmamıştı. En azından yedinci sınıfta.
-Kanka kanka! Baksana yaa! Çok tatlı değil mi?
-Kim ki o?
-Can, sekize gidiyor ama ya. Çok tatlı değil mi?
-Kızım deli misin ya ben ne anlarım?
-Yaa bak işte inat etme.
Böylesine yakın olduğu bir erkek arkadaşı vardı. Can ise onun hoşlandığı çocuktu. Nasıl olduysa hoşlandığı çocuk da bunu öğrenmişti. Ve çocukla kavga bile etmişti. Kavga olayından sonra da çocuğun yüzüne bile bakmamıştı. Zaten okul kapandığında da bir daha istese bile onun yüzünü bile göremeyecekti. Çünkü o mezun olacaktı ve bu okuldan haliyle ayrılacaktı.

En Yakın, En Tehlikeli
-Ben çok seviyorum onu.
Sekizinci sınıfın büyük bir bölümünü bu cümleyle geçirdi. Yakın olduğu erkek arkadaşına karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı. En yakın arkadaşına devamlı onu anlatıyordu. Şubat tatiline kadar devamlı herkese onu anlatıp durdu. Ama bu çocuğun kulağına hiç gitmemişti. Bazen okul koridorunda onu görmek, onun ona olan bir bakışını görmek bile onun kalbinin hızlı hızlı atmasına neden oluyordu. Şubat tatiline girmeden önceki son gün çocuğun yanına gitti. Ve ona ondan hoşlandığını söyledi. Çocuk ise sessizliğini bozmadı. Fakat on beş tatilinden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etti.

İlk Dans
Sekizinci sınıflar arasında düzenlenen mezuniyet balosundaki ilk dansını hoşlandığı çocukla etmişti. Bu hoşlandığı çocuk on beş tatilden önce ilanı aşk ettiği çocuk değildi. O çocuk yüzünden kendini çok üzmüştü. Ve bunu sınıftan kendine yakın gördüğü bir arkadaşıyla paylaşmıştı. Bu arkadaşı da ona o konu da çok değer vermiş onu dinlemiş ve ona yorumlar yapmıştı. Bu arkadaşı sınıfa sekizinci sınıfta gelmiş, kısa sürede sınıftakilerle iyi anlaşmıştı. Üstelik okulun da yakışıklıları arasındaydı. Hatta birinci dönem yan sınıftan bir kızla bile çıkmıştı. Bu çocukta farklı bir şeyler olduğunu hissediyordu. Fakat yine yanılmıştı. Çocuk ondan sonra eski sevgilisiyle dans etmiş ve onunla barışmıştı. Tam anlamıyla hayal kırıklığına uğramıştı. Artık kimseye karşı bir şey hissetmiyordu. Platonik bile olsa kimseden hoşlanmıyordu bile. O sene de sınava girdi. Önceki iki senesine göre gayet yüksek bir puan yapmıştı. Gönül rahatlığıyla yapacağı bir yaz tatili onu bekliyordu.

Aşk
-Ben senden hoşlanıyorum.
-Ama daha çok kısa bir süredir tanışıyoruz.
-Bana bir şans ver, lütfen.
Bir şans verdiği bu kişi onun ilk aşkıydı. Kendisinden büyüktü. Fakat bakışları o adar masum ve içtendi ki… Kısa sürede birbirlerini daha çok tanımışlardı. Daha sık görüşmeye başlamışlardı. Hayatında ilk defa ciddi anlamda bir ilişkisi vardı. Ve hissettiği duygular öncekilerden çok farklıydı. Ne mi oldu? Bir yıl boyunca güzel bir ilişkileri oldu ve ayrıldılar. Uzatmaya gerek var mı? Hangi "ay"ın ışığı orjinal ki?