Merhaba! Ben, çocuktum, çocukluğumu elimden aldılar. Ben küçük bir kızdım,bebeklerimi elimden aldılar.
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Annemin koluna girip dışarı çıktığımda bana bakan onlarca çift göz görüyorum. Gülümsüyorum hepsine. Tek başıma da çıktığım oluyor. Arkadaşım yok benim. Ama umutlarım var. Hayallerim var. Asla yitirmeyeceğim düşüncelerim var. Siz, benim düşündüğümü bilmiyorsunuz. Ben orada bir köşede usulcacık gülümsüyorum sadece size. Hepiniz de beni görüyorsunuz. Kim bilir belki de bana acıyorsunuz bilemiyorum. Sıradan bir gündü bugün benim için. Dünya, yine gökyüzü kadardı. Daha fazla dünya görmek benim için yasaktı sanırım. Gökyüzünde kuşlar var, bulutlar var.. Mavi var bir de. Sizin için bunlar çok şey ifade etmiyor biliyorum. Ama benim bunlardan çıkardığım kocaman kocaman mutluluklar var, gülümseyişler var. Siz farkında değilsiniz. Ama gökyüzünde uçan bir kuş bazen bana göz kırpıyor. Bulutlar bana şapka çıkartıyor. Mavi bütün güzelliğiyle gülüyor bana. Siz bunları fark edemezsiniz. lütfen beni yanlış anlamayın. İnsanlara bakacak yüzüm olmadığı için, gökyüzü kadar benim dünyam. Çünkü insanlar bana bakamaz çoğu kez. Bugün dedim ya sıradan bir gündü benim için. Adını hiç bilmediğim televizyon dizilerini gülerek izledim bugün. Tahmin edemeyeceğiniz kadar canımı yaktınız bana olan bakışlarınızla. Oysa ki ben sizden üstünüm. Bunu fark edemiyorsunuz ama. Bugün yine o anlamsız dizileri izledikten sonra yatağıma geçtim. Boş gözlerle bütün gün bir tavana bakıp durdum. Annem geldi yanıma, bir şeyler yedirmek için bana çok çabaladı. Canım istemedi. Üstüme döktüm. Annemin üstüne döktüm. Annemin hakkını hiç ödeyemem. Benim canım annem. O beni karşılıksız seven tek insan şu dünyada. Hoş diğer insanlar zaten beni sevmiyor. Ama annem... Gözümün içine nasıl hayran hayran bakıyor bir bilseniz. Bilemezsiniz lafın gelişi diyorum işte. Koluma girdi annem. "Biraz dışarı çıkalım mı meleğim,ister misin?" dedi gözümün içine baka baka. Hep yaptığım gibi gülümsedim anneme. Bir de çıkarabildiğim birkaç tane belli başlı seslerden mırıldandım biraz. Hoşuna gitti galiba annemin. Yüzüme güldü. Öptü beni sonra. Dışarı çıktık. Ne büyük bir eziyetti bu benim için. Koluma girdi. Canım hiç yürümek istemiyordu. Güç bela yürüttü annem beni. Gözümden birkaç damla yaş geldi. Yüzümü astım. Annem hemen ağlamaya başladı. "Tamam meleğim. Yok bir şey dedi." Fazla kalamadık dışarıda. Annemi daha fazla üzmek istemedim. Evimize döndük. Annem sessiz sessiz ağladı sabaha kadar. Ben duydum bir tek. Sabaha kadar o ağladı, ben ağladım. Hiçbir şeyin benim için anlamı yoktu. Annem için her şey anlamlıydı oysa ki. O sadece benim için mücadele ediyordu. Onun hakkını ödeyemem.
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Ben, sizden farklıyım. Farkım, sahip olduğum engelim. Ama bu engel beni engelleyemiyor. Sizin bana attığınız o küçümser, acıyan bakışlar benim canımı yakıyor. Engelim duygularıma engel değil. Ben de ağlıyorum. Ben küçük bir kız çocuğuyum. Beni dünyaya çok görmeyin.
29 Ekim 2013 Salı
24 Ekim 2013 Perşembe
Ay
Utanmasam gider sorarım bana mı yazdınız bu şiiri üstadım diye...
Yürek kemiğiyle lades tutuşan iki çocuk!
misafir oyuncu bir terkediş biçimi
ile ellerim vücudunun prömiyeri!
Aynı ahır adına koşan acılarımız var bizim!
amatör balıkçının leğeninde iki istavritiz seninle
ölüme beş kala ölümle canlı telefon bağlantısı kuran!
dibi senin aşkında gizlenen kırılgan bir aysberg bu tufan.
küçük İskender
20 Ekim 2013 Pazar
Ufak Bir Sessizlik
Canım, birtanecik, hayatta her şeyin en iyisine layık olan fakat kaderin oyunlarıyla şansının gölgelendiği ablam için! Aytuna ÖZBENT için!
Umutsuzluğa alışma, yatağa küs girme!
Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz, yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki de sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.
-On The Road / Jack Kerouac
Yolun yurdun olmuşsa, kalmak gurbettir. Git.
-Ahmet Mümtaz Taylan
18 Ekim 2013 Cuma
Erken
Şiir yazmayı pek sevmem.
İnce ince yağmur yağardı gözlerinden,
Benim şu ıslanmaktan bıkmış üstüme..
Gökyüzü cennetle buluşurken,
"Güle güle" diyorsun bana
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözlerin gözlerime karışırken,
En güzel rüyalarım seninle renklenirken,
Ölüyorum ben,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Yarım kalan şiir dizeleri gibi,
Geceleri doğan güneş gibi,
Şarap şişelerinde arıyorum seni.
Tüketemediğim umutlarım karanlığa karışırken,
Gidiyorsun sen,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözyaşlarım buharlaşırken, şu mevsim benliğini şaşırmış son bahar gecesinde,
"Elveda" diyorsun bana,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Ve kalkıp giderken yanımdan öylece,
"Elveda" diyorsun bana,
Sanki yabancıymışım gibi,
"Veda" ediyorsun bana..
Oysaki sevgilim,
Vakit henüz çok erken.
Beraber içeceğimiz kadeh kadeh,
Yalnızlıklarımız varken,
Gitmek için vakit,henüz çok erken.
Benim şu ıslanmaktan bıkmış üstüme..
Gökyüzü cennetle buluşurken,
"Güle güle" diyorsun bana
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözlerin gözlerime karışırken,
En güzel rüyalarım seninle renklenirken,
Ölüyorum ben,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Yarım kalan şiir dizeleri gibi,
Geceleri doğan güneş gibi,
Şarap şişelerinde arıyorum seni.
Tüketemediğim umutlarım karanlığa karışırken,
Gidiyorsun sen,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözyaşlarım buharlaşırken, şu mevsim benliğini şaşırmış son bahar gecesinde,
"Elveda" diyorsun bana,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Ve kalkıp giderken yanımdan öylece,
"Elveda" diyorsun bana,
Sanki yabancıymışım gibi,
"Veda" ediyorsun bana..
Oysaki sevgilim,
Vakit henüz çok erken.
Beraber içeceğimiz kadeh kadeh,
Yalnızlıklarımız varken,
Gitmek için vakit,henüz çok erken.
16 Ekim 2013 Çarşamba
Ay'ın Karanlık Yüzü
Yemin ederim sadece kurgu valla bak!
Her insanın
karanlık bir yüzü daha olduğunu, kendininkini görünce öğrenmişti. Her gün, her
Allah’ın günü o aynaya baktığında aynı lanet yüzü görüyordu. Ne zaman kendiyle
yalnız kalmaya karar verse o zaman durup insanları düşünüyordu. Kimi zaman
duvarları rutubetli odasının penceresinden kafasını usulca çıkarıp düşünürdü
insanları, kimi zaman da birkaç satır bir şeyler yazarken. Çünkü en çok bu
zamanlarda kendiyle yalnız kaldığını hissediyordu. Gökyüzünün en hain
zamanlarına şahitlik ettiği dakikalarda, gözleri yine ayı aramıştı. Biliyordu
çoğu insan ayı severdi. Belki de sevmezdi. Onların sevdikleri ay değildi.
Yakamozdu, dolunaydı. Ama ay değildi. Hiç olmamıştı. Biliyordu. Çünkü hiçbir
insan birisini veya bir şeyi o olduğu için değil, onun yaptıkları için severdi.
Biliyordu, çünkü her aşkın sonu da bununla benzerlik gösteriyordu. İnsanlar
karşısındaki kişiden çok, karşısındaki insanın sevgisini severdi. Hoş gerçi o
aşkın tamamen bir yalandan ibaret olduğuna inanıyordu. Ama bunu düşünemezdi.
Aşk asla klasik bir yazar gibi onun konusu olmamıştı. Evet, belki aşık olmuş
olabilirdi, birkaç satır bir şeyler karalamış, şiirler yazmış olabilirdi. Ama
onun konusu aşk değildi. Onun konusu ölümdü. Büyük ihtimalle bu değişmeyecekti.
Seçtiği bu konu, onun hayatı boyunca tepki toplamasına neden olacaktı
biliyordu. Çünkü insanları çok iyi
tanıyordu. Ama yine de bu konudan vazgeçmeyecekti. “Neden ölüm?” diye
soran herkese uydurduğu fakat en ufak bir doğruluk payı olmayan bir cevabı
vardı; “Kimse yaşamayı hak etmiyor.” Oysa ki bu, doğru cevap değildi. Oysa ki
bu ayın bir diğer yüzüydü! Ayın karanlık yüzüne şahit olduğunda, o günün klasik
bir gün olacağını ümit ediyordu. Çünkü yine aynı lanet yüzle aynaya bakmış,
yine her gün uyandığında en ufak bir değişiklik göstermeden, aynı rengine
boyanan gökyüzünü görmüş ve yine aynı yerde, aynı kişi olarak uyanmıştı. Bu
“aynı” durumu elbette ki canını sıkıyordu fakat buna aldırış etmiyor, alışmaya
çalışıyordu. Bir süre sonra alışmıştı da. O gün biraz dışarıya çıkmıştı. Hava
hafiften serindi. İnce ince yağmur yağıyordu. Tatlı tatlı insanın ruhunu
okşayan bir rüzgar, ona hem küfür ettirmeye hem de dünyanın bütün
güzelliklerini hatırlattırmaya yetiyordu. Fakat o yine küfür etmeyi seçip
hayatını bir kez daha boş vermişlikten gelmişti. Rast gele girdiği bir
marketten bir şişe şarap almış, evinin yolunu tutmuştu. Evine girdiğinde de her
şey yolundaydı. Şarabını açmış, pikabının gramofonundan gelen o güzel şarkılara
eşlik bile etmişti. Başka bir plak alıp onu takmaya bile üşenmemişti bu kez.
Şarkılar yükseldikçe keyfi yerine geliyor biraz daha içiyordu. Fakat kafasını
dışarıya doğru çevirdiği anda bir terslik olduğunu anlamıştı. Zeus’un ya keyfi kaçmıştı ya da
keyfi oldukça yerindeydi. Keyfi oldukça yerindeyse daima sokaklara işerdi,
keyfi yoksa da bütün gece ağladığı bile olurdu. Biliyordu, çünkü Zeus’u da
kendi kadar iyi tanıyordu. Fakat bu seferki Zeus değildi. Bu sefer gökyüzü
ağlıyordu. Çünkü Zeus ölmüştü! Bir daha yağmur yağamayacak mıydı? Her şey
gökyüzünün keyfine mi kalmıştı?! Bu hiç adil değildi oysa ki! Bu adil olamazdı!
İşte o gün görmüştü ayın karanlık yüzünü. Ay, yağmurdan her zaman korkan bir
korkak olarak kalacaktı! Yağmur yağdığı hiçbir gün görünmezdi. Çünkü ay,
Zeus’un katiliydi! İşte o gün onun hayatında da artık bazı şeylerin
değişmesinin vaktinin geldiğini anlamıştı. Biran için duraksamış, şarabının
durduğu o küçük ama zarif sehpayı tek el hareketiyle devirmişti. Bunu yaparken
onu asla yalnız bırakmayan gözyaşları da ona eşlik etmişti. Pikabındaki plağı
büyük bir hırsla çıkartıp bir köşeye fırlatmıştı. Sonra da salonun en
köşesindeki koltuğa geçip, gök gürültülerine meydan okurmuşçasına hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Neden ağladığını yine bilmediği bir zamandı bu.
Zeus’a üzülmüş olmalıydı. O gün bütün bunları yaşadıktan gözlerine tavana dikip
o rutubet kokusu içindeki odasında uykuya dalmıştı. Uyandığında ise artık
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, olamayacağını biliyordu. Hep yaptığı
gibi insanları düşünmeye başladı. Aslında hepsi özünde aynıydı. (Bana alınmayın
bu aynı olan noktayı söylersem size hayatın sırrını vermiş olurum. Lütfen devam
edelim.) Fakat hepsini farklı kılan özellikleri vardı. Ama onun konusu bu
farklılıklar veya aynılıklar değil, onları nasıl öldürebileceği olmuştu. Çünkü
hepsi yağmuru sevdiğini söyleyip, şemsiyelerini de alıp köşe bucak yağmurdan
kaçarlardı.
Merhaba !
Merhaba,
Annem, babam, ablam, amcam, hocam, arkadaşlarım, yabancılarım, takipçilerim, yanlışlıkla girenler, aradığını burada bulamayanlar, merhaba ! Bu blog gözünüzü korkutmasın gözünüzü seveyim. Buradakilerin gerçeğe dayanmadığını siz de biliyorsunuz. Normalde bu kadar manyak olmadığımı siz de biliyorsunuz. Aman gözünüzü seveyim, havalar değişken, kendinize iyi bakın!
Annem, babam, ablam, amcam, hocam, arkadaşlarım, yabancılarım, takipçilerim, yanlışlıkla girenler, aradığını burada bulamayanlar, merhaba ! Bu blog gözünüzü korkutmasın gözünüzü seveyim. Buradakilerin gerçeğe dayanmadığını siz de biliyorsunuz. Normalde bu kadar manyak olmadığımı siz de biliyorsunuz. Aman gözünüzü seveyim, havalar değişken, kendinize iyi bakın!
5 Ekim 2013 Cumartesi
İnti(kam)har
Henüz gecenin soğukluğu
varken havada, odasından içeriye sızan güneş ışığı onu rahatsız etmişti.
Havadaki bu serinlik bütün hücrelerine teker teker uğrayıp onun hafif de olsa
üşümesine neden olmuştu. Henüz, yaz aşklarının ayrılmadığı bir vakitti. Her şeyin
üstüne geldiğini hissettiği bir zamandaydı. Yaşamaya çalışıyordu kendi çapında.
Aslında onu sıkan, üzen hiçbir şey yoktu düşündüğü zaman. Ama içinde onu yiyip
bitiren bir şey vardı. Gün geçtikçe onu güçsüz kılan bir şeydi bu. Kendini bildiğinden beri bu duyguyla
yaşıyordu. Hep bir şeyler eksik gibi. Herhangi bir derdi olduğunda kimseyle
paylaşmaz ve onu kendi içinde çözmeye çalışırdı. Hemen hemen bütün sorunlarına
bu şekilde çözüm bulabilmişti. Her şeyi içine atmasının nedenini o da
bilmiyordu aslında. Belki insanların onu tanımasını istemiyordu.
Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Tek el kurşun sesi...
Düşüncelerini bölen bu sese neyin neden olduğuna bakmak için hemen pencereye
koştu. Evi tek katlı, bir odası olan ve bir salonu olan, mutfağı ve banyosu ile
ona yetecek büyüklükteydi. Çünkü tek başına yaşıyordu. Hoş, yaşamayı bırakalı
çok olmuştu. Mutfak dağınık ve pisti. Salonda, yerde bira şişeleri, sigara
izmaritleri ve boş ilaç kutuları vardı. Odasının hali de çok farklı değildi.
Odaya girer girmez karşıda yan bir şekilde duran bir yatak vardı, demir ve
eskimiş yatak başı ile duvara dayalı olarak duruyordu. Yatağının karşısında ise
eski bir giysi dolabı vardı. Yatağı ve dolabının karşısındaki duvarda ise
duvara sabitlenmiş olan bir televizyon vardı. Ve televizyonun çaprazında ise
duran tekli ama büyük bir koltuk vardı. Evi fazla umurunda değildi. Bu yüzden
evini en son ne zaman temizlediği önemli değildi. Bir ara bir temizlikçi
tutmuş, sonra düzenini bozduğunu söyleyerek onu da işten çıkarmıştı. Odasındaki
pencereden dışarıya baktığında panik içinde birkaç insanın etrafta koştuğunu
gördü. Kurşun sesiyle alakalı olduğunu düşündü. İnsanların koştuğu noktaya
bakınca yanılmadığını anladı. Bir adam yerde öylece yatıyordu. Peki, bunu kim
yapmıştı? Üstelik saat daha sabahın altısıydı. Bu işler gece halledilmeliydi.
İnsan, başka birini de öldürecekse veya kendini de öldürecekse bunu gece
yapmalıydı. Gündüz gözü çok dikkat çekerdi. Ama gece bütün pis işlerin döndüğü
karanlık saatleri barındıran iğrenç bir vakitti. Hele yağmur varsa, cinayet
kaçınılmazdır. Yağmur öldürür, gece ise onları karanlığa gömerdi. Karanlık
çoğunlukla gizemi de beraberinde getirirdi. Pencereden dışarıya bakarken,
ambulansın siren sesleri onun düşüncelerini böldü. Adam ölmüş müydü? Ölmüş
olmasaydı onun üstünü siyah bir tıbbi örtüyle kapatıp sedye ile ambulansa
bindirirler miydi? Sanırım bu çok sık görebileceği bir şey değildi. Olayın ne
olduğunu merak etmişti. Tek merak eden o değildi. Çevredeki çoğu insan merak
etmişti, biliyordu. Ama onun merak ettiği şey, diğer insanların merak
ettiğinden çok farklı bir şeydi. O, adamın nasıl öldüğü ile ilgilenmiyordu -hoş
silah sesi bunu açıklıyordu zaten- o, adamın öldürülüp öldürülmediğini merak
ediyordu. İntihar ettiyse de neden intihar etmişti? Öldürüldüyse de neden
öldürülmüştü? Ona mantıklı gelen şey, cinayet değil intihardı. Çünkü insan
birinin canını ne diye alırdı ki? Onun da bir hayatı vardı. Ama intihar öyle
değildi. İntihar eden birisinin ya başka çözüm yolu yoktur ya da hayattan
kaçmak istemiştir. O da birçok kez hayattan kaçmayı düşünmüştü ama yapamamıştı.
En iyi intihar neydi? İlaç mı, silah mı, kendini asmak mı, uyuşturucu almak mı?
En iyi intihar yöntemini bilmiyordu. Hala pencereden bakıyordu ve isteyerek iki
kişinin konuşmasını dinledi;
-Ne olmuş? Ne olmuş?
-Adam yolun ortasında
öldürmüş kendini!
-Ay deme! Neden yaptı acaba
gencecik de adam tüh!
-Ya sorma, Allah rahmet
eylesin ne diyelim.
-Valla öyle komşum. İyi
adamdı, Allah rahmet eylesin!
“Ne kadar boş konuşan
insanlar var!” diye geçirdi içinden. Demek adam intihar etmişti. Pencereden
içeriye girdi. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Acaba neden intihar
etmişti? Ve buna nasıl cesaret etmişti? Hem de sabah sabah ve insanların olduğu
bir zamanda. Düşünceleri yoğunlaşa yoğunlaşa uyuya kalmıştı. Tekrar uyandığında
saat on bir falandı, dikkatli bakma zahmetinde bulunmamıştı çünkü. Zaman
ilerledikçe düşünceleri derinleşiyordu. Aklı hala intihar eden o adamda
kalmıştı. Hala anlam veremiyordu. Buna nasıl cesaret etmişti? Karnının
acıktığını hissettiği için yorgun ve uyuşuk adımlarla mutfağa ilerledi.
Buzdolabını açtığında birkaç kutu yarım süt, sayamadığı kadar çok biraz kutusu,
yarısı yenmiş pastalar, tatlılar ve klasik “kahvaltılık” mönüsünden birkaç
parça yiyecek vardı. Mutfağı Cemal Süreya dizeleri gibiydi; derbeder ve pis.
“Karın ağrısı çok boktan bir şey, kız olmaktan nefret ediyorum!” diye geçirdi
içinden. Çünkü karnına bir ağrı saplanmıştı. Yine de bir şeyler yemeliydi.
Dolaptan yarım olan süt kutularından birini aldı. Ve şu her mutfakta olması
gerektiğine inandığı erzak dolabından hazır kutu mısır gevreklerinden aldı.
Mutfak dolabını açtı, bir kâse aldı. Ve sanki dünyanın en zahmetli işini
yaparmışçasına sütü ve mısır gevreğini kâsede karıştırdı. Odasına gitti,
televizyonunu açtı, koltuğuna oturdu, mısır gevreğini yemeye başladı. Her sabah
aynı şeyi yaptığından bu onun için çok da farklı bir şey sayılmazdı aslında.
Bir süre sonra otomatiğe bağlamış bir şekilde sanki kendi elinde olmadan
yapıyordu bunları. Salonda zır zır çalan telefonu duymazdan gelip kahvaltısını
etmeye devam etti. Karnı hala çok ağrıyordu. Boş gözlerle telefona bakarken
yatağının üstünde duran cep telefonu zır zır çalmaya başladı. Basit bir küfür
ederek kahvaltısını koltuğa bıraktı, yerinden kalktı ve telefonuna baktı.
Arayan annesiydi. Açıp açmamakta çok tereddüt etti.
-Alo?
-Kızım? Nasılsın? Evden de
aradım açmadın bir şey mi oldu?
-Ne olacak anne ya! İyiyim
ben arayıp durma artık. Duymamışım.
-Tamam, aksileşme hemen.
Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?
-Yok anne, teşekkür ederim.
-Bugün senin yaşadığın o şehir demeye bin şahit lazım olan
yere geliyorum.
-Ee? Ne yapayım anne?
-Sana geliyorum.
-Gelme.
-Hani bunları aşmıştık?
-Barışmamız bana gelip sahte
gülücüklerle beş çayı yapıp, kek veya şu aptal kurabiyelerden yememizi
gerektirmiyor.
-Seni özledim. Bu yüzden
geliyorum.
-Hadi ya! Burada bir işin
vardır senin. Beni de aradan çıkarmış olursun. Bilmiyorum sanki seni. Hep aynı
şeyi yapardın herkese.
-Yapma böyle, üzüyorsun
beni.
-Gelme anne! İstemiyorum.
Bir daha da aramazsan sevinirim.
-Peki. Başka zaman artık.
-Başka zaman da gelme.
-Peki, iyi günler.
Annesiyle on sekiz yaşından
beri hiç görüşmemişti. Şuan yirmi beş yaşındaydı ve en ufak bir özlem
duymuyordu. Kavga edip bu eve taşınmıştı zaten. İki yıl önce de annesi telefon
etmiş, uzun uzun konuşmuşlar ve öyle barışmışlardı. Onun için endişelenen insanların
olmasını sevmiyordu. Çünkü o, kendi için endişelenmeyi uzun süre önce
bırakmıştı. Kavga nedenleri de aslında çok basit bir şeydi. On sekiz yaşında
ailesinden ayrı eve çıkmak istemişti. İkinci kez üniversite sınavına girmek
istemediği için ilk senede girdiği üniversiteye girmek istemişti. Anca bu
üniversitede şehir dışında olduğu için ayrı eve çıkmak istemişti. Annesi ise
bunu anlayışla karşılamamıştı. Annesi ona güvenmiyordu, tek başına başka bir
şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de uzun süren bu kavga büyümüştü.
Bunları daha fazla düşünmek istemiyordu, bu yüzden düşüncelerini durdurdu. Koltuğuna
tekrar oturdu. Kahvaltısına devam etti. Penceresinden dışarıya bakmak istedi.
Kahvaltısı bitmişti. Kâseyi koltuğun üzerine tekrar koydu ve penceresinden
baktı. Mevsimler, mevsimliğini bilmiyordu. Yaz ayıydı. Ama hava deli gibi
rüzgârlıydı. Evet, yaz ayında rüzgar ne güzel olurdu. Serinletirdi insanı.
Ancak bu rüzgar insanı serinletmiyor, aksine sersemleştiriyordu. Biraz daha
uyumaya karar verdi. Yatağına öylece uzandı. Uyandığında hava kararmıştı bile.
Uyanır uyanmaz yine düşünmeye başladı. Canı sıkkın gibiydi. Mutluydu, nedenini
bilmiyordu ama mutluydu. Her şey onun için yolunda gidiyordu. Yıllardır kendini
inandırdığı bir yalandı belki de bu. Yani mutlu olmak. Kendini mutsuz hissetse
bile “Mutluyum.” der ve bundan güç alırdı.Kendini kandırmaya daha ne kadar
devam edebilirdi? Mutsuz olduğunda bile “Mutluyum.” demek ona güç veriyor
olabilirdi ama mutlu hissettirmiyordu. Hayatı boyunca kaybetmediği tek şey
gülümsemesi olmuştu. Ne olursa olsa hep gülerdi. Ama içinde hep eksik bir şey
vardı. Sanki hiç kapanmayan, gün geçtikçe tazelenen ve büyüyen bir boşluk gibi,
bir acı gibi. Belki de onu bu hale getiren şey oydu. İsmini koyamadığı şu garip
his. Bunu geçirecek olan şey neydi bilmiyordu. Gidip zil zurna sarhoş olana
kadar içmeliydi belki de. Evet, evet bunu yapacaktı! Biraz kafasını dağıtmak
iyi gelebilirdi. İyi gelecekti. Biliyordu. Eski giysi dolabından bir şort ve
bir de tişört aldı. Düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve artık
hava iyice kararmıştı. Sersemleten rüzgara önlem olarak da ince bir hırka aldı
dolabından. Vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi ve
merdivenleri tak tak diye ses çıkarta çıkarta aşağıya indi. Yakınlarda bildiği
güzel bir bar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü.
Gecenin kendine has sarhoş eden bir tadı vardı zaten. Bu yüzden sarhoş olmak
için çok içmesine gerek kalmayacaktı. İçeriye girdi. İçeriye girer girmez bütün
erkeklerin gözü bir kez de olsa onu süzmüştü. Fakat onun tanıdık bir yüz
olduğunu fark edince hiçbiri ikinci kez bakma zahmetinde bulunmamıştı. Barmenin
etrafında çevrili olan uzun ve kıvrımlı masanın önündeki sandalyelerden birine
oturdu. Etrafı sarı ve loş ışıklar aydınlatıyordu. Yere dökülen biralardan
yerler pis ve yapış yapıştı. İnsanların buna pek aldırış ettiği söylenemezdi.
Herkes içkisiyle birlikte keyfine bakıyordu. Bu barı özel kılan buraya sık sık
gelmesi dışında, burada çalışan barmenin lise arkadaşı olmasıydı. Sevdiği ve
kendine yakın gördüğü bir arkadaşıydı. Liseden beri hiç kopmamışlardı. Hep
görüşürlerdi. Arkadaşı bu barda çalışmaya başlayalı iki ya da üç yıl olmuştu. O
günden beri bu bara geliyordu zaten. Bundan önce hep gittiği bir bar vardı.
Arkadaşı burada çalışmaya başlayınca da buraya gelmeye başlamıştı. Kısa bir
muhabbet ettiler.
-Bu gece sarhoş olmak için
geldim.
-Ne oldu?
-Yok bir şey kafamı dağıtmak
istiyorum.
-Emin misin?
-Bana içki verecek misin
artık? Yoksa başka bara mı gideyim?
-Eve nasıl gideceksin?
Saçmalama sarhoş olmana izin veremem.
-Beni sen bıraksan? Lütfen,
iki adımlık yer biliyorsun.
-İyice saçmaladın sabah
çıkıyorum ben buradan.
-Tamam. Ben de sabaha kadar
içerim. Bunca yıllık arkadaşınım.
-Sana bunu yapamam.
-Bunu ben istiyorum. Erken
çık bugün. Bir şeyler yap lütfen. Tek arkadaşım sensin bu çevrede.
-İyi, iç bakalım. Her
zamankinden mi hanımefendi?
-Evet, lütfen. Teşekkür
ederim.
-Al bakalım ve kapat çeneni.
-Tamam tamam.
Gece dörde kadar durmadan
içti. Zil zurna sarhoşluğu zirvelerde yaşıyordu. Arkadaşı zar zor aldığı izin
aldığı işinden sadece ona söz verdiği için iki saat kadar erken çıkmıştı.
Yaklaşık on senedir hatta daha bile uzun süredir arkadaş oldukları için
arkadaşının ricasını geri çevirememişti. İçmekten neredeyse baygın durumdaydı,
yürüyemiyordu. Bu yüzden arkadaşı onu kucağına almış o şekilde evine
götürüyordu. Şortunun cebinden evin anahtarını aldı, kapıyı açtı. Onu yatak
odasında yatağına yatırdı ve evden çıktı. Sabah uyandığında –sabah değildi
lafın gelişi saat öğlen üçtü- dört dörtlük bir baş ağrısıyla karşı karşıyaydı.
Tam tahmin ettiği gibi. Ama çok rahatlamıştı. Sanki bütün kötü şeyler gecenin
karanlığına ve içkilere karışıp gitmişti. Mutluydu. Ve bu mutluluk lafın gelişi
değildi. Televizyonuna yapıştırılmış bir notu zar zor okudu; “Sözümü tuttum.
Bir daha bu kadar dağıtma kendini, lütfen. Bir gün de gel adam akıllı konuş.
Dök içini. Bir bardak viski de veririm. İyi geceler.” Hafif bir tebessüm
ettikten sonra kafasını tekrar yastığa koydu. Leş gibi içki kokuyordu. Duş
alması gerekiyordu. Zar zor da olsa ayağa kalktı. Ve duşa girdi. Çıktığında
kendini iyice rahatlamış ve ferahlamış hissediyordu. Saçlarını kuruttuktan
sonra üstüne rahat kıyafetler giydi. Biran için daldı, aklına geçen gün intihar
eden adam gelmişti. Hala anlam veremiyordu. Hayattan vazgeçtiği çok zaman
olmuştu. Yaşamak istemediği, yaşamdan vazgeçtiği, umutlarını yitirdiği çok
dakika olmuştu hayatında. Ama o pes etmemişti. Belki hep dimdik duramamıştı
hayatta ama hayattan vazgeçmemişti. Aslında bir kez çok yaklaşmıştı pes etmeye.
Kendini camdan öylece gecenin karanlığına bırakmaya çok yaklaşmıştı. Ama
yapamamıştı. Hayatı boyunca dimdik duramamıştı ama pes de etmemişti. Hala onu
yaşama bağlayan bir şeyler vardı. Yaşamalıydı. Çünkü ölünce eline hiçbir şey
geçmeyecekti. Oysa ki o adam bunları hiç düşünmeden intihar etmişti. Belki de
hayattan intikam almıştı. Onu bu kadar yoran bu kadar sıkan bir hayattan
intikam almak için intihar etmişti. Bu ona en mantıklı çıkış yolu gibi
gelmişti. Aynı şu herkesin sevdiği ve beğendiği eserler gibi kafada soru
işareti bırakan bir sonu vardı adamın. Üstelik tamamen bir soru işareti
bırakıyordu kafada. Nedeni de nasıl olduğu da bilinmiyordu. Evet, intihar etmişti, nasıl olduğu sorusuna az çok
cevap veriyordu bu. Ama neden? Neden intihar etmişti? Çok mu mutsuzdu? Hayır,
bu onu yapamazdı. Hayattan intikam almak hala ona en mantıklı cevap gibi
geliyordu. Ama değer miydi bunu da bilemiyordu. Düşündükçe işin biraz daha
içine giriyordu, düşünceleri biraz daha yoğunlaşıyordu, derinleşiyordu. İşin
içinden çıkamayacağı bir hale gelecekti yakında. Bunu bildiği için başka şeyler
düşünmeye karar verdi. Ona ne olacaktı? Bu şekilde yaşamaya devam mı edecekti?
Yoksa sonu o adamınki gibi mi olacaktı? Bunu tahmin edemiyordu. Onu bu hale getiren
hayatsa neden hayata meydan okumuyordu? Meydan okumak, intikam almaktan daha
etkili bir yöntemdi, biliyordu. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi verirken
sanki her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldi. Evet! İşte bu! Her
şey ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü maviyse bunun bir anlamı
olmalıydı, kuşların ötmesinin bir anlamı olmalıydı, mevsimlerin şaşmasının bir
anlamı olmalıydı, insanların bencil olmasının bir anlamı olmalıydı, o adamın
intihar etmesinin bir anlamı olmalıydı. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve bu
anlamlar onun için yüklenmişti. O aydınlansın diye. Artık o bir şeyleri farkına
varsın diye. Derin bir nefes daha aldı. Yine verirken her şeyin bir anlamı
olduğunu ve bu anlamların onun için yüklenmiş olduğunu düşündü. Sokak kapısına
yürüdü. Aşağıya indi. Ve omuzları dimdik kapıdan çıktı.
Aşk "Ay"ı
Hepimizin
hayatına ama iyi ama kötü birileri giriyor. Bu birileri hayatımızı iyi ya da kötü
etkiliyor. Fakat birçok hikaye ama aynı biten bir son var. Evlenmediğimiz
sürece. Gerisinin önemi var mı? Evleneceğimiz kişi dışındaki hayatımıza giren
çıkan insanların ne önemi var ki? Arkadaşlar bunun dışında tabii. Hayatımıza
arkadaşlar tabii ki girecek. Biz aralarından hangisi arkadaşımız olarak kalacak
hangisi sevdiğimize dönüşecek sadece ona karar vereceğiz. Ve bilhassa güzel \
yakışıklı ve yakın olduğumuzu tercih edeceğiz. Hadi ekrana biraz daha yaklaşın.
Ve bütün bunları bir bir yaşayan o “zavallı” ile tanışın…
Henüz ilkokul
üçe gidiyordu. Onun yaşındayken birçok kız arkadaşının en yakın arkadaşları
vardı. Hep beraber kız kıza gezdikleri şu en iyi arkadaş muhabbeti onların
yaşında çok yaygındı. Fakat onun yoktu. O çocukluğunun belki de en önemli
dönemlerini arkadaşsız geçiriyordu. Aslında onun da en yakın arkadaşı vardı.
Fakat o, artık onunla konuşmaz olmuş, başla bir kızın en iyi arkadaşı olmuştu.
Mecburen de bu durumu kabullenip kendi çapında yalnız bir çocukluk geçirmişti.
Kız erkek bütün arkadaşlarına karşı öfkeliydi. Fakat bu öfkesini asla dışa
vurmamıştı. Bir gün okulun bahçesindeki bankta tek başına otururken yanına
sınıf arkadaşlarından biri geldi. Bir erkek arkadaşı. Nasıl olmuştu bu? Onu
umursayan biri mi vardı? Acele etmemeliydi. “Ne oldu? Neden buradasın?” diye
sakince sordu. Karşılığını aldığında en masum en zararsız duyguyu tatmıştı. Aşk
bu kadar basit bir şey değildi. Aşk asla basit olmamıştı. Hele o yaştaki bir
çocuk için aşk kelimesi abartının da üstünde yer alırdı. Masumca ona bakan
çocuğun verdiği yanıt ise şuydu; “Beni kimse sevmiyor. Hiçbir arkadaşım oyununa
almıyor. Ben de seni gördüm. Yalnız oturuyordun. Arkadaş olmak istedim.” Fakat
onun karıştırdığı ve bu hatayı birçok kez daha yapacağı bir şey vardı;
duyguları. Hiç arkadaşı yokken bir erkekten arkadaş olmak istedim diye bir
cümle duyunca onun ondan hoşlandığını düşünmüştü. Oysa ki ortada öyle bir durum
yoktu.
Çocukluk
Aşk(lar)ı
Beşince
sınıfa geçmişti. Arkadaşsızlık durumu azalmıştı. Ama hala en yakın arkadaşı
yoktu. Aslında eski en iyi arkadaşıyla yavaş yavaş konuşmaya başlamışlardı. Ama
hala o diğer kız, onun en yakın arkadaşıydı. Bu duruma ne kadar üzülse de
elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bazen üçünün takıldığı zamanlar bile oluyordu.
Her ne kadar onun hoşuna gitmese de. Ama sınıf arkadaşlarıyla genel olarak
arasını düzeltmişti. Yakın olduğu iki kız arkadaşı daha vardı. Ve biraz da o
zamanlar eski en iyi arkadaşım diye hitap ettiği bu kıza inat onlarla daha
fazla takılmaya başladı.
-Çekilsene ya
sen bizim sınıfta değilsin! Ne işin var bizim sınıfımızın sırasında?!
-Yoo, ben de
sizin sınıftayım.
-Hayır
değilsin işte. Seni daha önce hiç görmedim!
Sınıfa yeni
katılan bu yakışıklı çocuk (cidden çocuk yani bildiğimiz çocuk) onda değişik
duygular uyandırır gibi olmuştu. Çok sevimliydi. Yeşil gözlü ve hafif
kumralcaydı. Bu çocukta onun hoşuna giden bir şeyler vardı. Bunu yakın olduğu
iki kız arkadaşlarına söyledi. Hayatının ilk arkadaşlık kazığını da böylece
yemiş oldu. O iki yakın dediği arkadaşı bunu bütün sınıfa söylemişti ve herkes
bunu konuşuyordu. Çok utanmıştı. Yerin dibine girmek istemişti. Ama
yapamamıştı. Daha sonra bu çocuktan hoşlanmayı bırakmıştı. O yaz tatile
gittikleri yerde Ali isminde çok tatlı bir çocukla tanışmıştı. Akşamları
anneleriyle birlikte sahilde geziyorlardı. Sabahları birlikte denize
giriyorlardı. Bütün gün birlikte geziyorlardı. Annesi de küçük bir yer olduğu
için onlara izin veriyordu. Eve dönecekleri gün belki de ilk defa bir tatilin
bitmesine bu kadar çok üzülmüştü.
Ergenlik
Aşk(lar)ı
Altıncı
sınıfa geçtiğinde hep beraber takıldıkları siteden arkadaşıyla çıkmıştı. İlk
kez hoşlandığı birisi de ondan hoşlanıyordu. Zaten bütün gün birliktelerdi. Bu
da her ikisine de yetiyordu. Aşkın en masum halini belki de onlar yaşıyordu.
Hiçbir abartı olmadan. Birbirlerinin elini bile tutmadan, yine birbirlerine
isimleriyle hitap ederek. Yaz bitmişti. Yedinci sınıfa geçmişti. Ufak ufak
ergenlik denilen sürece adım atmaya başlamıştı. Ama her şey yolundaydı. En
yakın arkadaşıyla tekrar birliktelerdi. Yine en iyi arkadaşlardı. Bu olay
altıncı sınıfta yerine oturmuştu. Ve lise boyunca da devam edecekti. O sıralar
mevcut olan sınav sisteminden dolayı altıncı sınıftan beri dershaneye
gidiyorlardı. Ve yedinci sınıftayken dershaneye yeni bir çocuk gelmişti. Bu
çocukla cidden çok iyi anlaşmaya başlamışlardı. Ama asla ona karşı hissettiği
en ufak bir şey bile olmamıştı. En azından yedinci sınıfta.
-Kanka kanka!
Baksana yaa! Çok tatlı değil mi?
-Kim ki o?
-Can, sekize
gidiyor ama ya. Çok tatlı değil mi?
-Kızım deli
misin ya ben ne anlarım?
-Yaa bak işte
inat etme.
Böylesine
yakın olduğu bir erkek arkadaşı vardı. Can ise onun hoşlandığı çocuktu. Nasıl
olduysa hoşlandığı çocuk da bunu öğrenmişti. Ve çocukla kavga bile etmişti.
Kavga olayından sonra da çocuğun yüzüne bile bakmamıştı. Zaten okul kapandığında
da bir daha istese bile onun yüzünü bile göremeyecekti. Çünkü o mezun olacaktı
ve bu okuldan haliyle ayrılacaktı.
En
Yakın, En Tehlikeli
-Ben çok
seviyorum onu.
Sekizinci
sınıfın büyük bir bölümünü bu cümleyle geçirdi. Yakın olduğu erkek arkadaşına
karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı. En yakın arkadaşına devamlı onu
anlatıyordu. Şubat tatiline kadar devamlı herkese onu anlatıp durdu. Ama bu
çocuğun kulağına hiç gitmemişti. Bazen okul koridorunda onu görmek, onun ona
olan bir bakışını görmek bile onun kalbinin hızlı hızlı atmasına neden
oluyordu. Şubat tatiline girmeden önceki son gün çocuğun yanına gitti. Ve ona
ondan hoşlandığını söyledi. Çocuk ise sessizliğini bozmadı. Fakat on beş
tatilinden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etti.
İlk
Dans
Sekizinci
sınıflar arasında düzenlenen mezuniyet balosundaki ilk dansını hoşlandığı
çocukla etmişti. Bu hoşlandığı çocuk on beş tatilden önce ilanı aşk ettiği
çocuk değildi. O çocuk yüzünden kendini çok üzmüştü. Ve bunu sınıftan kendine
yakın gördüğü bir arkadaşıyla paylaşmıştı. Bu arkadaşı da ona o konu da çok
değer vermiş onu dinlemiş ve ona yorumlar yapmıştı. Bu arkadaşı sınıfa
sekizinci sınıfta gelmiş, kısa sürede sınıftakilerle iyi anlaşmıştı. Üstelik
okulun da yakışıklıları arasındaydı. Hatta birinci dönem yan sınıftan bir kızla
bile çıkmıştı. Bu çocukta farklı bir şeyler olduğunu hissediyordu. Fakat yine
yanılmıştı. Çocuk ondan sonra eski sevgilisiyle dans etmiş ve onunla
barışmıştı. Tam anlamıyla hayal kırıklığına uğramıştı. Artık kimseye karşı bir
şey hissetmiyordu. Platonik bile olsa kimseden hoşlanmıyordu bile. O sene de
sınava girdi. Önceki iki senesine göre gayet yüksek bir puan yapmıştı. Gönül
rahatlığıyla yapacağı bir yaz tatili onu bekliyordu.
Aşk
-Ben senden
hoşlanıyorum.
-Ama daha çok
kısa bir süredir tanışıyoruz.
-Bana bir
şans ver, lütfen.
Bir şans
verdiği bu kişi onun ilk aşkıydı. Kendisinden büyüktü. Fakat bakışları o adar
masum ve içtendi ki… Kısa sürede birbirlerini daha çok tanımışlardı. Daha sık
görüşmeye başlamışlardı. Hayatında ilk defa ciddi anlamda bir ilişkisi vardı.
Ve hissettiği duygular öncekilerden çok farklıydı. Ne mi oldu? Bir yıl boyunca
güzel bir ilişkileri oldu ve ayrıldılar. Uzatmaya gerek var mı? Hangi "ay"ın ışığı orjinal ki?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)