28 Eylül 2015 Pazartesi

Sessiz Yıkım


Her şey daha yeni başlıyor.

Unutmayın en acı çığlıklarınızı sessiz atarsınız.

Sessiz Çığlıklar Kumpanyası, çığlıklarınızı içinize atmamanız için var. Sessiz Çığlıklar Kumpanyası yağmurlu günler için var. Sessiz Çığlıklar Kumpanyası benim için olduğu kadar sizin için de var. En acı çığlıklarınıza da yer var, dünyayı aydınlatan gülüşlerinize de. Ama ne olur uğramayın yağmursuz günlerde!

26 Eylül 2015 Cumartesi

Cehennem Kusması



"Güneşli günler geldiğinde ömrümüz bitecek."

 Bilir misin o geceleri? Elinizden gelene tek şeyin ağlamak olduğu geceleri? Yeni hayaller ve kırıklıklarını bilir misiniz? Elinizden tutup sizi ayağa kaldıran kişiyle sırtınıza tekme atıp sizi yere düşüren kişinin aynı olması ne demektir bilir misin? Bilir misiniz, yağmursuz bir havada ölmek nasıl bir şeydir? 

Bilmezsiniz azizim. Her insan kendi cehenneminde kavrulur, yanar. Siz bunu bilemezsiniz. İçiniz yanarken gözyaşlarınız eritir yanaklarınızı. Size bu satırları yazdıran ismi lazım olmayan şahıslar mutludur oysa ki. Hayatlarına devam ediyordur her biri! Size bu satırları yazdıran sözüm ona adamların götünde pireler uçuşa uçuşa uyurlar. Siz bilmem kaç saat uykuyla ilaçlarla ayakta durmaya çalışırken. Siz ölürken azizim, onlar mutludur. 

Tabii ya hayat devam ediyor. herkes kendi yoluna baksın. Herkes kendi hayatına baksın. Herkes kendi cehenneminde gebersin. Peki duygularınız ölmüşken ruhunuz bedeninizden sıyrılıp gitmişken mutlu olmayı dilemez miydiniz? Peki kalbiniz yanarken hala içinizde bir parça umut olsun istemez miydiniz? 

Yalan yok ben isterdim.

Umursamaz bir insan olmayı  bu blogu bana açtıran sebepleri umursamamayı isterdim. Şu an bu satırları yazmamın sebebini umursamamak isterdim. "Koy göte kızım hayat devam ediyor." deyip yeni bir sayfa açmayı isterdim. "Boş ver kızım değmez." deyip mutlu olmayı dilerdim.

Yalan yok, kötü bir insan olmayı isterdim. 

Kimseyi takmamayı, herkesin derdini kendi derdim gibi benimsememeyi isterdim. İsterdim efendim dolunaylı bir gecede Moonlight Sonata çalarken ağlamamayı. İsterdim ben de elbette ki bütün her şeyi unutup yoluma bakmayı. 

Yapamıyorum. 

Yapamıyorum azizim. Kaçamıyorum içimdeki benden. Yapamıyorum azizim, güçlü kalamıyorum. Kendi hayatımın hızına, kendim yetişemiyorum. Sadece ağlayabiliyorum. Elimden gelen tek şey bu. Belki de ne kadar zayıf bir insan olduğumun bir numaralı kanıtıdır bu, belki de ne kadar uzun zamandır güçlü kaldığımın tapu gibi kanıtıdır.

Güzel olurdu oysa ki. 

Güzel olurdu hayatımda keşkelere hiç yer vermeseydim. Akıllanır mıyım bilmiyorum. bir daha aşık olur muyum bilmiyorum. Biliyorum, olamam. Çünkü bir daha on yedi yaşıma dönemem. Bir daha bu yaşımdaki gibi sevemem kimseyi. Bir daha aşk sarhoşu olamam azizim. Biliyorum, kimseden kendim kadar nefret edemem. 

Bilmiyorum.

Güneşli günleri görebilecek miyim? Ya da en azından güneş doğacak bir daha benim şu körelmiş ruhuma? İnsanın içinde nasıl bir cehennem vardır bilir misin? Ben bilmiyorum. Ama bildiğim tek bir şey var ki bu cehennemin sönmediği. Ama bildiğim tek bir şey var ki bu cehennemin beni ele geçirdiği. 

Henüz erken. 

Kadeh kadeh içecek yalnızlıklarımız varken, gitmek için vakit henüz erken. Sonbahar gecelerinde ağlamayacaksak ölmek için henüz erken. Sevemeyeceksek yağmuru bir bulvarda derin ve serin ıslanmak için erken. Biz gülünce bizi yazamayacaksa Cemal Süreya sonbahar için erken. ağladığımda yanmayacaksa sarı sokak lambaları umutsuzluğa alışmak için erken.

Umutsuzluğa alışmayın, yatağa küs girmeyin. 

Ağlamaktan uyuyamadığınız geceler oldu biliyorum. Sizi üzen ama buna değmeyecek insanlar için yaktığınız geceler, gecelerle birlikte sigaralar oldu biliyorum. Ruhunuzun kanadığını hissettiğiniz zaman, geçmişe dönmeyi arzuladığınız o büyülü anlar oldu biliyorum. Ama geçti değil mi hepsi? Alıştınız hepsine. Hepsine alışıyor insan. Ben daha yeni başlıyorum. Cehennemin ateşi daha yeni yanmaya başladı. Katılmayın bana. Bir avuç sessizlik yeter gecemi aydınlatmaya.

Düşünün.

En kötü geceniz, sabaha; en kötü sabahınız geceye dönüşüverdi birden. En kötü uykunuz bölündü. En kötü rüyanızı çoktan gördünüz. Karanlık kim bilir belki de biraz hüzün eşlik etti size, siz ağlarken. Biliyorum ağladınız siz de yağmur yağarken.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Alev Yağmuru



     Bilmiyorum bu his sadece bana mı oluyor? Yazmam gerektiğini hissediyorum. O an.. O büyülü an nasıl tarif edilir bilmiyorum. Bu sizi elinizde olan bir şey değil. Hadi yazayım deyip yazamıyorsunuz. ya da hadi şöyle bir hikaye yazayım da insanlar okusun beğensin diyemiyorsunuz. Parmaklarınızın ucundan harfleri dökülürken buluveriyorsunuz öylece. Arkada bir müzik çalıyorsa ona uyuyor parmaklarınızın ritmi. Heyecanlanıyorsunuz istemsiz. Ve evet böyle bir güne gözümü açtım ben! Uzun zaman sonra yeniden hikaye karar verdiğim andır bu. Öyle geçiştirmelik değil, hikaye gibi hikaye.. Dev Bir Cüce gibi mesela. Güzel okumalar, bol keyifler.



  Nereden geldiğini hatırlamıyordu. Anılarımızı biz seçemiyoruz, hayattan vazgeçiresi önemli bir detay bence. Yani o an yaşarken ileride "o anı" hatırlayıp hatırlayamayacağımızı biz seçemiyoruz. bir bakıyoruz beynimizdeki o mükemmel bellekte minik bir nokta... O da aynı şekilde o gün nereden geldiğini hatırlamıyordu. Ama ufacık biran çok netti onda. Karanlık yokuşu çıkıp evine varmıştı.
"Karar verdin mi?" diye fısıldadı bir ses geceyi bölerek. Arkasını döndü fakat kimse yoktu. Kafası yeterince doluydu. Herhalde içinde içten içe yiyen o ses artık kulaklarında çınlamaya başlamıştı.
"Karar verdin mi?" Lanet olsun! Kimdi bu? Ne istiyordu? Onun dikenleri ona bata bata yeterince kanatmamış mıydı kendini, herkesi? Hala kim ne istiyor olabilirdi ondan? Arkasını döndü. Fakat tek gördüğü beyaz bir köpeğin geceyi lekelermişcesine kaldırımda pişkin pişkin yattığıydı. Aldırış etmedi ve apartmanın dar bir o kadar da kavisli merdivenlerini tırmanmaya koyuldu. 
"Karar verdin mi?"
"Hayır." 
"Ne yapacaksın peki?" 
"Sen kimsin?" 
Cidden çıldırmaya başladığını düşündü. Bir hiçlikle konuşuyordu. Peki hangisi daha korkutucuydu hiçlikle konuşması mı hiçliğin ona cevap vermesi mi?  İşin içinden çıkamayacağını anlamıştı. Evine girer girmez balkonuna çıktı ve karanlığı bütün görkemiyle bozan ay eşliğinde bir sigara daha yaktı. Sigara dumanı titrek bir şekilde gecenin bulutlarına yetişmeye çalışırken gözü uçmakta olan bir kuşa daldı. Özgürlük mutluluk!

 Nasıl uyuduğunu bilmediği gibi neden uyandığını da bilmiyordu. Balkonunun kapısını araladı. Sanki bütün gece yağmur tarafından dövülmüş gibi toprak kokuyordu. Kim bilir belki de gökyüzünün kanı yağmur kokuyordu...

 Tekrar uyandığında çok değil bir iki saat daha uyuduğunu fark etti. Fakat toprak kokusu artık çevreyi terk etmiş, onun yerini insanın genzini yakan egzoz kokularıyla karışık insan kokusu sarmıştı. Evet, insan kokusu. Bencillik kokan, hüzün kokan, hayal kırıklığı kokan insan kokusu... 
"Karar verdin mi?" 
"Git başımdan!" 
"Gidemem, ben senim." 
"Lanet olsun!" 
Ne kadardır uyumuyordu ki? Henüz uyumuştu işte. Daha dün gece güzel bir uyku çekmişti. Yağmur kokusu insan kokusuna dönene kadar da uyumuştu. Nedendi o zaman duyduğunu sandığı bu ses? Nedendi o zaman bu ruhsal bunalımlar, susma nöbetleri. 

Kaçamazsın azizim içindeki senden!

  El çabukluğuyla telefonunu açıp arkadaşının numarasını çevirmesi on saniyeden kısa sürdü. Telefonun karşısından "Alo?" diye tanıdık diye bir ses duymak ona iyi mi gelmişti yoksa bütün geçmişini mi sürüklemişti bu ses ona bilmiyordu. Kısaca olanları anlattı. Dün eve geldiğinden beri yakasını bırakmayan şu sesi. Arkadaşı fazla bir şey demedi. Telefonda oldukları için, yüz ifadesini göremediği için şaşırdığını mı yoksa korktuğunu mu kestiremedi. Bir şeyler geveledi, dinlemeye değmeyecek şeyler. Ahizeyi yerine koyduğunda tekrar fısıldandı kulağına "Karar verdin mi?" Neye karar vermesi gerekiyordu az çok tahmin etse de bunu kendine itiraf edecek gücü yoktu. Uzun zamandır aklındaydı zaten öyle değil mi? Peki karar vermiş miydi? Bu sefer içinden konuştu o sesle, sözcüklerinin sabahın bu nahoş seslerine karışmasına izin vermedi. Bir şeyler atıştırdı, keyifle ettiği kahvaltıları özlüyordu. Kahvesini yudumladığı, omletinin piştiği o mutfağı özlüyordu. Kimindi bu sessiz karanlık mutfak? Kimdi masada oturmuş duman rengi duvara karşı doymak için bir şeyler yiyen bu kadın? Kimdi bu yabancı onun içindeki? Daha önemlisi onu bu kadar kendine yabancılaştıran neydi? 

 İşte yine; o seçemediği anılar yankılanıyordu zihninde. Bir gülüş, bir öpücük, son bir veda. Hayır, geçmişe olan kızgınlığı bundan değildi. biraz daha zorlasa hafızasını bulacaktı sanki onu bu kadar kendinden uzaklaştıran detayları. Ama yorgundu zihni bağırmaktan çıkmıştı avazı. Şimdi öylece otururken o duman rengi mutfağın ortasında dünyada bir nokta kadar bile değerinin olmadığını farkındaydı. Ruhu her gün ayın parladığı bir gece, ayın önünden geçen bulutlar gibi yırtılıyordu. Şeffaftı duyguları, saydam ama kırılgandı düşünceleri. Alev kadar sıcaktı gözyaşları.Ve yine alev gibi yakıyordu yüreğini her bir yağmur damlası. Her bir yağmur damlası onun yüreğine damlıyordu. Olmasından en çok korkutuğu şey çoktan başına gelmişti. Ruhu artık bedenini umursamıyordu. 

 Bütün bu iç savaşın cezasını o çekiyordu. Bütün olanların bedelini beyniyle kalbi arasında mekik dokuyarak ödüyordu işte. Buzdan bir hapishanedeydi sanki. Ama hava bir türlü ısınmıyordu. Tam olarak böyle hissediyordu kendini. Buzdan bir hapishanedeydi ama hava -30 dereceden daha fazla ısınmıyordu bir türlü. Ona karşıydı işte her şey! Bütün dünya! Hatta kendi bile! "Ne yapıyorsun sen?" diye sorarken buluyordu çoğu zaman kendini. İşte yine olmuştu. İç savaşına kendi de dahil olmuştu. Sonu olmayan bir boşluğa kapılmış gidiyordu işte yine. Sonsuzluğa karışıyordu her bir hücresi. Ruhu parçalanıyordu işte bulutlar gibi. Karışacaktı o da gökyüzüne...

 "Karar verdin mi?" iç savaşından onu çekip çıkaran bir soru cümlesi. Yalnızlık ve biraz daha sessizlik. Gece ve biraz daha karanlık. Aşk ve biraz daha nefret. Sevgi ve biraz daha öfke. Ayrılık ve biraz daha intikam. Duygular ve biraz daha ruh bunalımları. Yağmur ve daha nice susma nöbetleri! Melekler ve şeytanlar. 

 Mevsim her zaman sonbahar olsa iyileşir miydi ruhu? Ağaçların, maviyle uyumlu yeşilinden ziyade kızıllaşan kahverengisine aşıktı o. Bunun için suçlanamazdı. Güneşli günleri sevmediği, bulutların havayı kapatıp sonsuz bir hüzün kaplattığı havaları sevmesinin ne suçu olabilirdi ki? Hem kime neydi? O yağmura aşıktı işte. Gerçek aşkla pek de bir fark yoktu yağmura aşık olmakla arasında. Yağmurdan kaçmak isteseniz de nihayetinde sizi bulur, en ufak hücrenize kadar sırılsıklam ederdi sizi. Aşkın bundan ne farkı  vardı ki? kaçmak istediğiniz her an ayağınız takılıp düşmez miydiniz? Düşmenizin aynı hızıyla kalkamazdınız ama ayağa. İlk önce sürünecektiniz illa ki, bir yılan tarafından sokulmuşcasına. İlla ki doğrulacaktınız en sonunda. Süründükten, emekledikten, adım attıktan ve umutsuzluğa alıştıktan sonra kalkacaktınız yeniden ayağa. Peki o neden hala düşüyordu? 

 Yağmur bile avutamaz olmuştu artık onu. Anlamıştı çünkü, sonbahar korkakların mevsimiydi. Korkakların gözyaşlarını sakladıkları bir mevsimdi sonbahar. Korkakların, toprak kokusunun arkasına sığındığı bir mevsimdi işte sonbahar. Yine de aşıktı o yağmura. Yine de aşıktı o biricik sevgilisini geceyle görmeye. 

 "Karar verdin mi?" 

 İnsanın hücrelerini de sıyırıp geçen, ruhuna ulaşan bir yağmur... Ölüleri barındıran toprağın şaşırtıcı güzellikteki kokusu... Biraz gece... Biraz sessizlik... 

 Ufak bir ölüm! 

 Ölümün ardından karanlıkta yankılanan tek bir ses "Sessiz Çığlıklar Kumpanyasına Hoş Geldiniz!" 

13 Eylül 2015 Pazar

İstanbul



   Benliğini şaşırmış sonbahar günleri çoktan geldi. Dolayısıyla tabii ki yine kayıp bizi üzen. Karaköy sokaklarında ıslanmadıkça yağmur çok da bir ifade etmiyor aslında. Ya da Boğaz'a karşı içmedikçe sigaranın pek de tadı olmuyor. İstanbul'a veda etmek ne kadar kolay olabilir ki? Küçük ama şirin bir mahallede koca bir yaz tatilini geçirmek ne kadar cezbedici olabilir ki? Bütün bunlar İstanbul'un suçu. Ama Biriciğim, İstanbul'dan kaçabilirsin, kendine köşe bucak yakalanırken. İstanbul'dan kaçsan bile yakalanırsın işte kendine ne fayda! 

   İstanbul'u hiç terk etmedim. "Beni bu kentte tutan Boğaz'ı değil, geçmişimdir. Sen nasıl gidiyorsun? Hep merak etmişimdir." Sahi ya İstanbul'dan kaçınca düzelir mi her şey? Yeditepe'nin yedisinden kaçınca yakalanır mısın yine de Haliç'e? Bu şehirde kaldıkça peşimden geliyor işte bütün anılar! Sana, bana, bize dair anılar! Her adımda aklıma gelir, İstanbul'a dair ne varsa. 

   Elbette unutulur İstanbul'da kalanlar, İstanbul'dan kaçınca. Ama bırakılan gibi kalmıyor işte hiçbir şey. Bırakılan gibi kalmıyor hiçbir insan. Arkanda bıraktığın geçmişin kadar uzaklaşıyor sonra İstanbul sana. Geri dönsen ne fayda. 

   Gece, yalnızlık ve Yann Tiersen belki eşlik eder piyanosuyla sana. Comptine D'un Autre été, bu sefer Cemal Süreya değil Cahit Sıtkı eşlik ederdi bana. "Desem Ki" derdim piyanonun büyüleyici ezgisiyle beraber. "Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır!" 

   Şimdi ise tek bildiğim Cemal Süreya. Çünkü "Her şey tekrarlıyor seni nice sevdiğimi.". Çünkü Biriciğim, "Hayat kısa, kuşlar uçuyor." Çünkü birtanem "Sen şimdi kalkıp gidiyorsun. Git. / Gözlerin durur mu? Onlar da gidiyorlar. Gitsinler / Oysa ben senin gözlerinsiz edemem, bilirsin."    


Ruhun mu eskidi yoksa? Nedir bu umutsuzluk?


    Kaçamazsın "Ha"liç'ten ha kendinden... Kaçamazsın azizim içindeki senden. İstersen İstanbul'u ardında bırak, istersen başka bir ülkede başla yaşamaya. Geçmişin, geçmiş olsa da senindir. Ve gittiğin her yere seninle gelir. Keşke gelmese azizim. Keşke geçmişi sadece "geçmiş" olarak görebilse herkes. Çünkü İstanbul affeder bütün geçmişini insanın. Çünkü İstanbul'da herkese biraz yer vardır. İsterse Mimaroba'nın kenar köşe bir mahallesi olsun, isterse Kadıköy'ün en cavcavlı sokağı olsun. Herkese biraz yer vardır. Aşktan sarhoş olmuşlara da, şaraptan kendini alamayanlara da yer vardır. İstanbul'da bütün dertlere yer vardır. İster Mimaroba'nın en boktan mahallesi olsun ister Ortaköy olsun. Bütün "acınası" halde olanlara yer vardır. 

    Oysaki hala umut var yaşamak için. Eğer kitabın arasına ayraç koyabiliyorsam hala yarına dair umudum var demektir. Ve eğer hala umut varsa hala yaşam vardır. Eğer umut varsa azizim yağmur vardır. Eğer yağmur varsa boktan hayatları renklendiren güzel detaylar vardır hala. Eğer umut varsa, dostlar vardır seni yalnız bırakmayan. Eğer umut varsa yalnızlık vardır içinde bir yerde. Eğer umut varsa sonsuz denizler vardır. Eğer umut varsa önümüzde güneşli günler vardır. Kaldır başını gökyüzüne bak! Umut varsa gökyüzünde bulutlar vardır. Kaldır başını yağmurun tadına bak! Eğer umut varsa geceleri hala ay vardır. Karanlık varsa her zaman biraz sessizlik vardır! 

   İstanbul bunlardan bihaberken kaçamazsın ondan. İstanbul senin gidişini bile fark etmez. Sen "buralardan" giderken İstanbul'un umurunda bile olmaz. Sen giderken bir ben bir ben bilirim gidişini bir de içimdeki yangın. Bir ben bilirim senin gidişini bir de piyano sesi yankılanan geceler.

   "Olmadı kaçarız."  

11 Eylül 2015 Cuma

07.40

Umudum varsa onun sayesinde var. Bir tanecik arkadaşım, bunu ilk senin okuyacağını biliyorum. Senin için yazıyorum. Bana hayatta imkansız diye bir şey olmadığını öğreten kişi sensin.


Bir yıl önce kanser olduğunu öğrendim. Bir yıl boyunca sana söylediğim tek şey "Yeneceksin kızım sen kanseri." oldu. Ben bir yıl boyunca buna inandım. Ben hayatımı öyle ya da böyle sürdürürken sen bu illet hastalıkla uğraşıp durdun. Sen o kadar güçlü bir kızsın ki hayatın devam ederken bir yandan da kanserle olan mücadelene devam ettin. Birbirimizle çok şey paylaştık. Belki çok sık görüşemiyoruz. Ama sen, benim yazdığım her şeyi okuyorsun. Beni bu yüzden çok iyi tanıyorsun. "Biriciğin kim senin bakayım?" diye mesaj attın hemen bana. Sen çok özel bir arkadaşımsın. Ve ben bundan yaklaşık bir ay önce "Bitti, yendim kanseri. " dediğinde mutluluktan ağladım. Ben umudumu hiç yitirmedim senin adına. Ve senin de yitirmemen için elimden geleni yapmaya çalıştım.

Şimdi durup düşündüğümde bir yılda ne kadar çok şey atlattığımızı görüyorum. Ve kendime diyorum ki "Bu kız kanseri atlattı. Dert ettiğin şeylere bir bak." O kadar saçma geliyor ki bana sonra her şey. Sen benim için endişelendiğinde "Bak aklım sende kalıyor ama" dediğinde benim aklım hep sende kalıyordu. Zor bir yılı beraber atlattık canımın içi. Şimdi dönüp baktığımda anlıyorum ki bu bir yılda biz aslında hep birlikteydik. Çünkü biz seninle sadece kanser hakkında konuşmadık. Bizi üzen insanlardan konuştuk, bizi kıran, bizi ağlatan insanlardan. Bütün bunlardan konuşurken devam ettin onurlu mücadelene. Ben senin iyileşeceğini hep biliyordum. Buraya yazdığım her kelimede aklımdan geçtiğin zaman diyordum ki "Sema sonraki yazımı da okuyacak. Acaba beğenecek mi?" Bir ke z olsun aklımdan "Acaba Sema bunu okuyabilecek mi?" diye geçirmedim. Çünkü ben bir an olsun umudumu kaybetmedim. Bu sabah, 07.40' ta  -kızacaksın biliyorum ama-  sigara içerken aklıma düştün. Seni düşündüm. Sonra da bu satırları yazmaya karar verdim. Sen çok güçlü bir kızsın Sema. Hayatın boyunca da karşılaşacağın her şeyde de güçlü olacaksın. Ben, senin kadar güçlü olamasam da bütün yüreğimle inandım sana. Çünkü ben kendime olan inancımı kaybettiğimde bile sana inancım tamdı. Bak, önümüz sonbahar. Ama bizi güneşli günler bekliyor!

Daha uzun yazamadığım için bağışla beni umut kraliçesi...

7 Eylül 2015 Pazartesi

Yaz Yağmurunu Seven Güzmania




Biriciğim'e 

    Azizim, yazmak hayal dünyasında yaşamak değildir. Yazmak, gerçeklerle yüzleşmektir. Yazmak içindekileri dışa vurmanın başka bir yoludur. Senin söylemeni daha çok severdim ama "Lanet olsun" ki yazmak, bir yaşam biçimidir. En azından benim için öyle. Ben kelimelerle akıtıyorum içimdeki okyanusu. Evet, belki damla damla oluyor bu ama oluyor mu oluyor. Her zaman güçlü kalamıyor ki insan. Her zaman gözyaşlarını içine atıp yoluna devam edemiyor. Hayat devam ediyor azizim bunu bana siz öğrettiniz. Ama önemli olan hayatın devam etmesi değil, hayatın nasıl devam ettiği. Bir gün doğuyoruz işte. Yaşamaya başlıyoruz. Ve ölüp gidiyoruz. Adımızı hatırlayan son kişi de ölünce hiç yaşamamış oluyoruz. O yüzden hayata bu kadar takılmanın ne anlamı var ki? Hayatı çözmüşüm, çözememişim ne anlamı var ki? Yaşamıyor muyuz hepimiz? Nefes alıp vermekten ne kadar fazla olabilir ki hayat? Aldığımız bir nefes olmayacak mı yine bizi boğan? Çok daha fazla değil mi ama yaşamak? Bunlardan daha fazlası. Nefes alıp vermekten, yazmaktan daha fazlası hayat. 

    Yazmakla, ağlayarak yazmak arasında ne kadar bir fark olabilir ki? Yazmakla ağlamak ne kadar birbirine yakın? Peki ikisi birlikteyse ne, ne kadar değişebilir ki? Peki tırnakların acıyana kadar klavyeye hızlı basmanın tüm bunlarla ne alakası var? Ne alakası var aşık olmakla gökyüzünün? Gökyüzü umut verir insana değil mi? Ay ise lanet olası güneşten aldığı ışığı yansıtmaktan başka bir boka yaramıyor değil mi? Güneşim.

    Gel gelelim bütün bu satırları yazdıran susma nöbetlerine. Mutlu görünmek ne kadar kolay. Kimse neyin olduğunu anlamıyor. Gülümseyip geçiyorsun. Ve herkes iyi olduğunu sanıyor. Ne yazık ki azizim aslında kimse, kimsenin ne hissettiğini bilmiyor. Kimse kimsenin neden ağladığını bilmiyor. Kimse, kimseyi umursamıyor. En acısı da bu değil mi zaten? Umursanmamak. Senin sesinden bir kere daha duyabilmeyi ümit ederek yine söylüyorum "Lanet olsun" şu aptal dünyada kimse, kimseyi umursamıyor öyle değil mi? 

    Geceyi bu kadar karşı konulmaz yapan şey karanlık mıdır yoksa sessizlik mi? Yoksa sadece sigara dumanın havaya karışmasını izlerken gelen o garip his mi? Söylesene, bu karanlık, sessiz, sigarasız gecelerde için dışına çıkana kadar ağlamaktan başka yapılacak daha iyi bir şey var mı? Söylesene, seni unutmama kaç yüzyıl kaldı ki?

   Ne yapmak gerekiyor? İnsanın içi cehenneme dönmüşken ne kadar gözyaşı söndürebilir bu yangını? Bu satırları yazarken Mein Herz Brennt'in çalması ne kadar da manidar oysaki. 03.58'de Till Lindemann'ın sesindeki acıyı sadece kalbi yananlar duyabilir. Ruhumun geceye karışmasını istiyorum. Yağmurun buna şahit olmasını istiyorum. Bir yaz yağmurunda değil, güz yağmurunda ıslanmak istiyorum, hücrelerime kadar. Her yağmur güzeldir. Her yağmur damlası özeldir. Her bir yağmur damlası başkasının kalbine damlar. Sigarası yanan değil, kalbi yanan anlar yağmurun haykırışını. Gece, güçlü insanların mevsimidir. Sonbahar ise korkakların! 

4 Eylül 2015 Cuma

Hepsine Alışıyor İnsan

Sanırsın şeytan taşlıyorum.
-Büyük Ev Ablukada / Hepsine Alışıyor İnsan

Mutluluğa da mutsuzluğa da alışmıyor muyuz? Sorun da bu değil mi zaten. Alışmak. Belki de sorun bu değildir. Sessiz çığlıklarınızı sakın ola içinize atmayın. Sessiz Çığlıklar Kumpanyasında herkese yer vardır. Ve Sessiz Çığlıklar Kumpanyasında illa ki kendinizi bulabilirsiniz. Hadi bu hikayede de kendini bul!

Sorun neydi? Ondaki bu ani ruh değişmeleri nedendi? Belki de havadandı. Evet evet hava sıcaktı ondan olmalıydı. Hayır! Kendisinden kaynaklanmıyordu. Her şey kendisinden kaynaklanıyordu. Zavallı, kimsesi yoktu. Balkonuna astığı çiçekleri yetiyordu ona. Her gün onları sulamak, her gün onlarla ilgilenmek ona yetiyordu. Alışmıştı artık. İnsanlara, insanların yaptıklarına ve umutsuzca yaşamaya. En kötüsü de buydu ya. Şeytanın içini kemiren fısıltılarını kulak ardı etmeyi başaramamıştı bir türlü. Belki de o yüzden çok alışık bir duygu olmuştu yalnızlık. Geceyi sevmiyordu. Belki de aşıktı geceye. Yarısı buluta karışmış olan aya baktı. Gecenin bir vakti -kaç olduğuna bakamayacak kadar üşengeçti son zamanlarda- balkonundan terasına açılan kapıya yöneldi. Terasında kendi küçük botanik bahçesi vardı. Ve kendini hiçbir yerde bu kadar huzurlu hissetmiyordu. Hissettiği zamanlar elbette ki olmuştu. ama çok uzun zaman önce ve çok yanlış insanların yanında tatmıştı bu duyguyu. Kim bilir belki de bu yüzden şuan yalnızdı. Bilmiyordu. Hayatındaki hiçbir şeyin nedenini bilmediği gibi bunun da nedenini bunun da nedenini bilmiyordu. Bu durumdan asla şikayetçi olmamıştı. Ama şeytan... Gerçekten son zamanlarda çok umursamaz olmuştu ve bu umursamazlığı onu öldürebilirdi bile. Hava çok sıcaktı. Öyle ki düşünceleri bile buharlaşıp havaya karışıyordu. Bu yüzden kışı seviyordu. Hem yazın çiçeklerine bakmak çok daha zor oluyordu. Bu yüzden kış en sevdiği mevsimdi. Yazın yağmur yağmıyordu üstelik. İnsanlar neden yağmur yağmayan bir mevsimi severdi ki? Yazı seven herkesi öldürmek istediği zamanlar bile olmuştu. Zaman geçtikçe bu değişik ruh hali onun kişiliği olmuştu. Uzun zamandır kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. Kendisinden kaynaklandığını adı gibi biliyordu ama düzeltemediği bir şeyler vardı. Ruhu yaralanmıştı. Çok uzun zamandır böyleydi. Yaralı... Kim bilir çiçekleri de bu yüzden almıştı. Bu yüzden onlara bu kadar iyi bakmıştı. Çünkü onun zamandan bol hiçbir şeyi olmamıştı. 

 Üzerine ince askılı siyah bir elbise geçirdi. Altına da düz siyah sandaletlerini geçirdi. Ve kendini öylece sokağa attı. Nereye gittiğini veya ne yapacağını bilmiyordu. Belki bir bara gidip içerdi. Kim bilir belki yağmuru bulduğu yerle onunla sevişirdi. Hayır! Bugün kendine bir arkadaş bulmalıydı. Onu dinleyecek ve sevecek biri. Evden çıkarken istemsizce eline aldığı telefonunun rehberine şöyle bir göz attı. Arayacak kimi vardı ki? Ya da arasa bile ona cevap verecek biri var mıydı? Yalnızdı. Nefret ettiği bir duyguydu bu. Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Elbette ki birkaç eski dostu vardı ama arasa açacaklarından emin değildi.  O malum isme denk geldiğinde biran durdu. Onu arayamazdı. Telefonu açmama ihtimalinin yanında açarsa da "Beni nasıl bırakırsın?" klişeleri karşılaşacağı bir ses tonu en azından bugün duymak istemiyordu. Birkaç adım attıktan sonra gözüne çok güzel görünen bir çay bahçesinde oturmaya karar verdi. Etrafı tamamen yeşilliklerle çevriliydi ve oturduğunuz yerden de boğazı görmeniz mümkündü. "Daha sık dışarı çıkmalıyım." diye düşündü. Kendisine kocaman sıcacık bir tebessümle ne içerseniz diyen garsona "Bir çay lütfen." dedikten sonra boğazın güzelliğini izlemeye koyuldu. Hayatında ters giden ne vardı? Gecenin karanlığı çöktükçe boğaz daha da güzelleşiyordu. "İmkansız diye bir şey yoktur. Çünkü mucizeler vardır." Peki ya onun mucizesi neydi? Boğazı denizi izlemek ona keyif verdi. Kaç saat orada oturup sonsuz denizi izlemişti acaba? Eve gitmesi gerektiğini hissetti.

Eve geldiğinde kendisini terasında çiçeklerinin yanına koyduğu bankına oturdu. İlk zamanlar çiçekleri için gerekli eşyaların durduğu bank son zamanlarda onun en büyük sığınağı olmuştu. Bankına uzandı ve yıldızların dansını izlerken oracıkta uyuyakaldı. Uyandığında en son ne zaman bu kadar huzurlu uyuduğunu hatırlamıyordu. Ne olmuştu peki bir gecede? Daha dün o değil miydi umutsuzca yaşayan, insanlara küsen... Çiçeklerine baktı. Mümkün olamazdı! İmkansızdı... Aynısafa, tüm çiçeklerin içinden güneş gibi parlıyordu. Ama bu sadece kışın açardı. Mucize... İçinden tekrar etti gerçekten bu bir mucize olabilir miydi? O zaman yaşamak için hala umut var mıydı? O zaman çok geç kalmamıştı hayata başlamak için! Peki ya nereden başlayacaktı? Kendini dışarı atıp çığlık atmak bağırmak kilometrelerce koşup gülmek istiyordu. Onun mucizesi gerçekleşmişti ama nasıl..? 

Hayır! Aptallaşmamalıydı. Mucize diye bir şey yoktu. Asla olmamıştı. Yağmurun yağmadığı şu zamanlarda ölmek ne kadar mantıklıysa, mucizelerin olabileceği fikri de en az o kadar mantıklıydı. Ama hiçbir beş para etmez yazar yağmur olmadan ölemezdi. Kafasını biraz daha toparlamak için banktan kalktı. Evinin içine geçti. Üzerinde hala ince askılı siyah elbisesi vardı. Sabahın çok erken saatleriydi. Henüz güneş doğmamış ama hava aydınlanmıştı. O huzurlu uykusu sadece bir yalandan ibaretti. Tüm hayatı gibi dünkü o uykusu da yalandı işte. Peki neden umursamıyordu? Neden boşa yaşadığını bile bile bunu düzeltmek için hiçbir şey yapamıyordu?Ne demişti küçük İskender: Hayatımıza kadınlar giriyor, erkekler giriyor. Bir tür umumi helayız. İçimize sıçıp sıçıp gidiyorlar. Hatıralarımız yüzünden pis kokuyoruz." Gerçekten öyle miydi? Peki olay hatırlar mıydı yoksa hatalar mı? 



Geçmişinde yaşadığı her şey bir bir gözünün önünden geçti. Sanki o an her şeyi tekrar tekrar yaşadı. Bu tarifi mümkün olmayan bir duyguydu. Aldığı her nefes onu boğuyordu sanki. Attığı her adım onu öldürüyordu. Hayatı için ne zaman bir şey yapmaya çalışsa daha da dibe batıyordu. Uçurumun kenarındayken geri adım atmaktansa hep bir adım daha ileri atıyordu. Evde oturdukça bütün geçmişi onu ele geçiriyordu. Bütün anıları, hataları, doğruları, aşkları, *aşkı. Kendisini dinlemek en son ne zaman bu kadar yorucu olmuştu? En son ne zaman kendini dinlediğinde kendinden nefret etmişti? Yoksa her zaman kendinden nefret etmişti de bunu kendine itiraf edememişti? Düşünceler.. Damlalar... Denizler... Okyanuslar!

Vakit kaybetmeden kendini dışarı attı. Üzerinde aynı elbise vardı. Ama şuan en son önemseyeceği şey görünüşüydü. Bir sigara yaktı. Yoğun mentollü dumanın ciğerlerine doğmasına izin verirken güneş çoktan doğmuştu bile. Sokaklarda tek başına gezdi durdu. Kimdi o? İçindeki şeytanın onu çevirdiği kişi kimdi? Bu şeytanın adı neydi? 


"Ama bilemiyorum yağmurun ardından artık hangimiz suçlanacak? Eğer hissediyorsan, 

Bir nedeni yok. Yalnızca öptüm."  


Eve girdiğinde karanlık ve sessizlik mükemmel dansını ay eşliğinde sergiliyordu. Yıldızlar çok belirli olmasa da oradaydılar. Görmenize gerek yoktu. Hayatta her şeyi görüp bilemezdiniz. Bazı şeyler hissedilerek de anlaşılırdı. Terasından baktığında ayın ne kadar hüzünlü olduğunu hissetti. Bir şeyler yapmalıydı. Bir tane daha sigara yaktı. Dumanın geceye karışmasını seviyordu. Eline aldığı her bir saksıyı gecenin boşluğuna bırakırken özgür olduğunu hissediyordu. İçi ne kadar burkulsa da kendini hiç bu kadar özgür hissetmemişti. O kadar emek, o kadar uğraşları şuanda kendi ellerinin arasından kayıp biricik aşkı geceye karışıyordu. Aynı kendi hayatı gibi. Bütün saksıları attıktan sonra, saksıların dayalı olduğu duvarda yazan bir yazı gözüne ilişti. "Umudun içinde yaşa." Gerçekten bunu ne zaman yazdığını hatırlamıyordu. Onu neden buraya yazdığı hakkında da en ufak bir fikri yoktu. Gerçekten umut diye bir şey olsaydı içinde az da olsa bir yaşama isteği olmaz mıydı? Geceyi bile ateşe verebilecek güçte kavurucu bir sıcak vardı. Fakat bu alnına denk gelen bir damlayı yok saymak için yeterli değildi. Bir.. İki... Üç.. Dört.. Yüz.. Evet! Biricik aşkı ona dönmüştü. Yağmur! Yağmurun geceyi nasıl ıslattığına şahit olmak onun için en büyüleyici duygulardan biri olabilirdi. Sadece gece, sessizlik ve yağmur! Bu hayatta başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. 

"Her şey ya eskiyor, ya ölüyor. Ama sevda kaçıp gidiyor sanki. Ne ölüyor, ne eskiyor, kayboluyor." 

16 Ağustos 2015 Pazar

Vardır Elbet

Var azizim hayatta hala güzel şeyler var elbet.
Bir annenin çocuğuna sarılması
Biraz boğaz havası almak
Bir sigara yakmak Boğaziçi Köprüsü'ne karşı!
Saçların rüzgardan yüzünü döverken denizi izlemek
Bir babanın ben de seni seviyorum kızım demesi
Bir kitap okumak belki bir kahve eşliğinde
İçindeki şeytanı öldürmek tüm iğrenç insanlara rağmen.
Bir şarkı çalarken birkaç satır karalayabilmek.
Ama en güzeli azizim
Hala umudun varken yaşayabilmek!

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Yağmur Tadında Temmuz Ayı


 
 Hiç tahmin etmediğiniz bir zamanda karşınıza çıkan insanlar vardır. Şayet azizim bu insanlar yağmur gibidir. Birden bire karşınıza çıkarlar. Yağmurun sizi ıslatması gibi. Ve benim yağmurum yine bir temmuz ayında yağdı!  

17 Haziran 2015 Çarşamba

Anlamsız Satırlar

Okumayabilirsiniz tabii...

    Kaç sigara daha gerek senin gözlerini anlatan bir şiir yazabilmek için? Peki ya kaç bira daha gerek yine şiir yazabilmek için? Yıldızların bile gücü yetmezken geceyi aydınlatmaya neden yaşıyoruz ki? Yıldızlar neden var? Güneş doğacaksa ay neden parlıyor?
   
     Peki ya yaşamak aslında hergün ölüme meydan okumak değil de ne? Bundan fazlası hayat. Bunlardan, hepsinden daha fazla. "SEN GÜLDÜN YA GÜLLER AÇTI GÖNLÜMDE VE SENİ YAZDI CEMAL SÜREYA" Ne alıp veremediğiniz var yahu rahmetliyle? Neyse ki Cemal Süreya asla beni yazmadı. Neyse ki karanlık bir bahçedeki hiçbir çiçek aya bakamaz. Aşk mahzeninde kalınan birkaç yılın ardından gelen tatlı bir sarhoşluk var bu gece üstümde. Ölmemi bekleme! Puştun tekinin söndüremediği bir umut ışığı var gözlerimde. Yaşamamı bekleme!
   
     İlkbahar bitti bak! Önümüz sonbahar! Önümüz yağmur, önümüz hüzün! Arkamız ihanet! Yaklaşma, ölü evinde cinayet var! Şeytanın gözyaşları var sağında ; bir meleğin umutsuzluğu, hemen solunda! Kaldır başını, gözyaşı yağıyor yalnızlığımıza! Önüne bak, Zeus'un hüznü var kaldırımlarda! Ve Cemal abinin dediği gibi kan var, bütün kelimelerin altında!

    Aşk, dostluğa ihanettir!

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Cesaretsiz Puşta Son Mektup

Merhabayın! 


HANGİ PUŞT BİZİ ÜZEN? 


Uğruna şiirler yazılmış bir insanı bırakmak bu kadar kolay olmamalı. Geçmiş denilen illet bu kadar kolay unutulmamalı vs vs. Hayat bu kadar kısa olmamalı mesela. Yanlışım varsa düzeltin, bir insanı sevmek zor bir mesele. Güven, saygı, sevgi falan. Bilirsiniz işte her ilişkide olması gereken fasa fisolar. 

Zamanında bırakıp gittiğin İstanbul çok değişti sensizken. Ve tabii İstanbul'da kalanlar da. Mesela ben, ben bir bulvarda sevmiyorum artık yağmuru. Derin ve serin olmasına da gerek yok. Artık dünyanın en güzel gözleri benimkiler değil. Gülüşüm anlamsız. Kalbim kırık. Annenin adından yansıyan bir adım yok. Her ayın yağmurlu günleri sokaklara düşmene de gerek yok. Karanlık bahçelerindeki çiçek çoktan soldu. Çoktan kurudu kaldı cebimdeki mısralar. Çoktan öldü AZİZ! Sen asla nehirleri yataklarından ayırıp da örtemedin üstüme. Yazık asla yağmurlu bir havada ölemeyeceksin. Çünkü sen ağustos piçisin! 

Söyleyin güneşe ay çoktan geceyi terk etti. Yıldızların pili bitmiş. Kuşlar uçmayacak artık Ayben'e selam olsun! Bir insanı içinizden uğramışken aklınızdan uğurlayamamak ne kadar acı. Duygularla beraber anılar da sıfırlanamaz mıydı? Ne olurdu kuşlar kısa hayat uçuyor olsaydı? O kadar meşhur olur muydu Cemal Süreya? 

Karanlık olmadan gece olsaydı "gece" ismi bu kadar çekici gelir miydi kulağa? Güneşsiz bir gündüz çok mu ürkütücü olurdu mesela? Dört harfe  kaç anlam yükleyebilir insan? Dört harf deyince ne geldi aklınıza? Hadi çekinmeyin söyleyin ne geldi aklınıza? Benim kelimem "puşt" sizinkini bilemem. 

"Nehrim ol gel ak yine!" hatırlanmaz elbet, Azra Akın unutulmaz ama. Yağmurlu günlerde şimşeklerin çığlıklarına eşlik edebilir misiniz? Yoksa sadece korkar mısınız? 

Sevgili cesaretsiz puşt! Nice mayıslar geldi geçti, ama bir daha temmuz uğrar mı buralara bilmiyorum. Bence sen de artık uğrama buralara! "Görmesin bizi, görmesin mümkünse hiç kimse cebimizde taşlarla!" 

Karın ağrın da ortaya çıktığına göre ölebilirsin! 

28 Mayıs 2015 Perşembe

Yağmur Bekçisi

Her hikayenin bir sonu vardır. Yağmurlar ise sonsuzdur.


Yataktan çıkası gelmiyordu. Bütün gün öylece yatabilirdi. Hayata karşı asla dimdik bir duruşu olamamıştı. Kendine verdiği sözlerin hiçbirini tutamamıştı. Ama neden?  Onu bu kadar çaresiz bırakan şey neydi?  Tavanın duvarla birleştiği yerler kararmış, parkeleri yer yer kabarmış olan odasına boş gözlerle baktı. Çoktandır yaşamıyordu aslında. Bunu odasının bir köşesinde ölmüş olan menekşelerden veyahut onlarcası yere saçılmış hazır yemek kutularından anlamak mümkündü. Alarmı çaldı. İşte yine başlıyordu. Kalkacak hazırlanacak ve işe gidecekti. Nefret ettiği insanlara gülümseyerek "Günaydın! " demek zorunda kalacaktı. Peki neden? Ne uğruna?  Bütün bunları yapmak ona en ufak bir şey katacak mıydı? Kendi için yaşamıyorsa ne için yaşıyordu? Bilirsiniz, hüzün ve yağmur bir bütündür.  Onları ayırmanız mümkün değildir. Şimdi o dışarıda bu derece sağanak yağmur yağarken nasıl mutlu olabilirdi?  Alarmını susturdu. Bir süre daha yatağın içinde öylece oturdu.  Saat henüz sabah 6 sıydı fakat bu kalkmasına bir engel olmadı. Bugün kendisine bir başlangıç sunacaktı. İş yerindeki o hiç sevmediği, ayda en az bir kere sekreteri değişen müdürünü aradı. İçinden ona yediği bütün haltları bildiğini birkaç kere kapıyı çalıp içeri girmesine rağmen sekreteri ile yakaladığını söylemek gelse de "Alo?" diyen patronunun uykulu sesini duyunca düşüncelerinden sıyrıldı. Ve sadece "Ben bugün işe gelemeyeceğim, biraz rahatsızım." dedi.Müdürünün cevabını beklemeden telefonu kapattı. Sonradan bu hareketine pişman olup olmayacağı umurunda değidi. Yatağından kalktı. Bir süre aynada kendisini izledi. Karşısında duran kişi gerçekten kendisi miydi? Gerçekten yaşıyor muydu? Peki neden, neden hala hissizdi? Üzerine birkaç kıyafet geçirdikten sonra usulca botlarını giydi. Cebinde bir paket Kent Switch vardı. Yağmur ise hala sigarasını yakmasına engel olacak kadar hızlı yağıyordu. Islanmak korkakların işiydi. Çünkü cesaretsiz adamlar  yağmurlu havalarda ölemezdi. Bunu bildiği için ıslanmaktan korkmuyordu. Küçük adımlarla sahile indi. Bu aptal yerleşim yerinin belki tek artısı kendi halinde olan bu sahildi. Uzun bir süre denizi izledi. Yağmur biraz azalınca sigarasını yaktı ve denizi izlemeye devam etti. Hayattaki en güzel manzara bu sonu olmayan deniz ve yağmurun birleşmesiydi. Hayatını yoluna koymalıydı. Daha iyi ve sevdiği bir iş bulmalıydı. Şiir yazmalı, aşık olmalı, bağırmalıydı. Çünkü yaşadığını hissetmesinin tek yolu bunlardan birini yapmaktı. 

Yaşamak dediğin ölüm ülkesi. Yapılacak çok şey vardı ölmeden. Yağmur hızlanıp azalarak her yeri ıslatmaya devam ediyordu. Zihni bomboştu. Birkaç dize kalmıştı aklında dandik bir yazardan birkaç cümle: "Karanlık bahçelerimde bir çiçek hep aya bakar." Oysa ki yağmur yağarken ay ve yıldızlar sahneyi terk ederdi. Bütün bunları fark ettiğinde hayatının sırrını çözdüğünü anlamıştı. O geceye aşıktı ama karanlıktan korkuyordu. Aynı cesaretsiz adamlar gibiydi o da. Ama o ölebilirdi yağmurda. Güzel günler geldiğinde ömrü bitecekti biliyordu. Bütün bunları düşünürken gözleri denize dalmıştı. Gözlerini kapadı. Yağmurun sesine kulak verdi ayağa kalktı. Yürümeye başladı. Sahilin yukarısına doğru yürüdü. Biraz daha, biraz daha... En sonunda denizi kuş bakışı görebilecek kadar yukarı çıkmıştı. Ne kadar yüksek olduğu umurunda değildi. Bir adım, bir adım daha! 

15 Nisan 2015 Çarşamba

Güzmania

 Uzun zaman sonra tekrar gelen yazma isteği. İyi ki geri geldin. 


 "Bir güz yağmuruna tutulmak nedir bilir misiniz? Aşık olmak geceye. Bazı sonsuzluklar, sonsuzdan daha sonsuzdur." İşte tam bunları yazdığım sırada ıslık çalan rüzgarın sesine kulak verdim. İşin garip kısmı bu ıslığı nisanın ortasında duymuş olmam. Üşüyen ellerim cebimde usulca ilerliyorum. Neredeyim, hayatım nereye gidiyor en ufak bir fikrim yok. "Kalbimde sen. Kalbim desen?". Çok seviyorum alıntı yapmayı son zamanlarda. Hele söz konusu olan insan "en sevdiğim yazar" olunca... Belki çok şizofrenik düşüncelerim, belki size yabancı gelebilir bütün bunlar. En azından hepinizin tanıdığı insandan daha farklı düşüncelere sahip olan bir insan, bunları yazan. Arp çalan bir şeytan düşünün. En az onun kadar ironik bu mesele. Bu mesele, bu mesele... Hangi mesele? 
 İç savaş çıktı içimde. Çok sevdiğim bir söz var nereden bildiğimi bilmediğim: "Acı çektiğimizi hatırlarız, acıyı değil." o halde boşa yaşamıyor muyuz sizce de? Mutluluk peki? İnsan mutlu olduğu bir anı düşünürken tekrar tekrar mutlu olabiliyor. En azından ben oluyorum sizi bilmem. Artı, eksiyi götürüyor mu o halde? Tek kelimesini anlamadığım geometri dersleri kadar karışık mı hayat? Yoksa bir öğretmenin öğretme isteği kadar güzel şeyler var mı hayatta hala? Nereden çıktı bu olumsuzluk? Var tabii efendim. Ne demiş Cemal abi "Hayat kısa, kuşlar uçuyor." Öyle olmasa uçar mıydı kuşlar. 

 Yağmur yağarken hiç gök yüzüne baktınız mı? İnsan yaratılışından ötürü olsa bakamaz da zaten. Zira, bu hepimizi yağmur karşısında mahçup etmeye yarayan masum bir detaydır bence. Koskoca gökyüzü ağlarken gülmek ne haddimize?! Ben de yeni öğrendim, yağmur yağarken uçarmış meğer kuşlar. Ne muazzam bir duygudur kim bilir. İnsanoğlu anca fırsat bilsin öpüşsün romantikliğin doruklarında, sevgi seli... Uçmaktan bahsediyoruz! Sırılsıklam olmak. Özgürlüğü hissetmek... Hadi uçamıyoruz, peki neden hepimiz sadece ıslanıyoruz? 

En son ne zaman tam anlamıyla ne hissettiğinizden emin oldunuz? İnsan garip bir varlık arkadaşlar. Si..r edin nihilistliğe göre hiçbirimiz yokuz zaten. Çok sevgili felsefe hocam kalbimizin içinde açmaya korktuğumuz bir kara kutu olduğunu söyler. Bu kara kutuda der, öyle şeyler vardır ki kendinizden bile korkarsınız. Kendinizden bile soğursunuz. Ne zaman mı açılır bu kara kutu? Benim için işte tam da bu anda. Herkes için olduğu gibi kendiyle yalnız kaldığıyla. Kimi zaman yağmurun altında sigaranızı içerken kimi zaman başınızı yastığa koyduğunuzda kimi zaman bir kafede tek başınıza bir şeyler içerken. Kimi zaman, kimi zamanların sonu gelmez. Sadece kendinizle baş başa kaldığınızda açarsınız o kara kutuyu. Sorumu yineliyorum "En son ne zaman tam anlamıyla ne hissettiğinizden emin oldunuz?" Belki böyle sorsam fayda etmez. bunları yazdıktan sonra bir de şöyle sorayım : "En son ne zaman kara kutunuzu açtınız?" Kara kutunuzu açmaktan korkmayın. 

"Umutsuzluğa alışmayın, yatağa küs girmeyin." Büyük Ev Ablukada sloganıdır binevi. Ama her şey bir yana Büyük Ev Ablukada bir Turgut Uyar şiiridir arkadaşlar. Denizlerde sonsuzluğu göremiyorsanız, yaşamıyorsunuzdur. Çünkü sonsuzluğu, sonsuz olmayan bir şeyde görmek umuttur. Umut da insanı ayakta tutan tek şey! 

Unutmayın, çığlıklar sessiz atılmak için var! 

31 Mart 2015 Salı

Hangi puşt bizi üzen?

Büyük Ev Ablukada'dan...

Ne var ne yok ne var ne yok? Sevdiğiniz insanların sizi üzmesine izin vermeyin..

28 Şubat 2015 Cumartesi

.

"martha.
hasretin göğsüme vurup durur 
duymamak olmaz
köpekte gurur olur, 
şairde olmaz."

31 Ocak 2015 Cumartesi

Karanlığa Hoş Geldiniz

 Beklenmeyen beklenen dönüş. Unutmayın en acı çığlıklarınızı sessiz atarsınız.

 Geceden beri mi açıktı bu başkasının evinden gözetlediği televizyon? Yoksa ev sahipleri de kendi gibi erkenden kalkan insanlar mıydı? Televizyona bakmayı kesti. Oturduğu bank bir çocuk parkının içinde yer alıyordu. Usulca sigarasını yaktı. O kadar sessizdi ki sigarasının yanışını, kağıdın ve tütününün nasıl birleşip yandığını duyabiliyordu. Sigarasından çektiği nefesi usulca bırakırken aklından milyonlarca düşünce aynı anda geçmeyi başardı. Hayatı, her şeyden bihaber uçan kuşları, kaybettiği bütün yakın insanları... Hayatının aldığı boktan halden sıkılmıştı. Ama içinden çıkamıyordu. Her sabah aynı aptal evde gözünü açmaktan, aynı ruh sıkıcı duvarlara bakmaktan, aynı manzaradan aynı gökyüzüne bakmaktan sıkılmıştı. Çekip gidemezdi. Çekip gitse bile nereye gidecekti. Düşünerek birkaç kahve ve sigara içerek gece olmuştu. Hala dışarıdaydı. Biraz üşümüştü. Ama ruhu cehennem ateşinden bile daha sıcaktı.Ayağa kalktı ve öylece yürümeye başladı. 

Uzun süre yürüdükten sonra nereye çıktığını bilmediği bu yolun sonuna gelmek aslında biraz siniri bozulmuştu. Fakat yağmur yağıyordu ve bu anı hiçbir şey bozamazdı. Kendini sadece yağmurun tadına bırakıp öylece kalmak istiyordu. O kadar büyülü bir andı ki bu. Yağmur tanelerinin gökyüzünden telaşlı telaşlı yeryüzüne inişini hayranlıkla izlemekten başka elinden gelen hiçbir şey yoktu. Yağmur damlalarının dükkan camlarına nasıl çarpıp kayarak camlardan süzüldüklerini izledi. Geçmişinde yaşadığı bütün kötülükler de sanki yağmurun bu büyüsüyle yok oluyordu. Yağmur yağdıkça kendini gecenin karanlığına biraz daha teslim ediyordu. Ruhu tamamen savunmasız ve yalnızdı. Hayatı boyunca kaç kez kendi için bir şey yaptığını düşünecek gibi oldu fakat yağmur o kadar hızlanmıştı ki kendini bir dükkana zar zor atabilmişti.


-Nasıl yardımcı olabilirim?

Uzun bir süre etrafını inceledi. İçinde bulunduğu bu dükkanda ne satıldığını anlamak için birkaç dakika dükkanı incelemesi gerekti. Dükkanda o kadar çok şey vardı ki.. Bu dükkana "Çantacı, ayakkabıcı" gibi klasik bir sıfat takmak ayıp olur diye düşündü. Dükkanı incelediği birkaç dakika içinde bu dükkanın klasik şeyler satmadığı anlamıştı. Daha fazla bu dükkanı yargılamadan, karşısında duran uzun boylu esmer ve sakallı genç adama cevap verdi:

-Şey ben yağmur birden bastırınca kendimi öylece buraya attım.
-Kendini ilginç bir dükkana attığını anlaman birkaç dakikanı alacaktır. Her neyse. Yağmur gece boyunca dinmez gibi görünüyor.
-Ben..Bir taksi çağırıp evime gidebilirim sanırım.

Hiç bu kadar korktuğunu hissetmemişti. Çünkü karşısındaki adamın ilginç bir ürpertici yanı vardı. Belki de bu adamın görünüşünden kaynaklanıyordu. Adamın bir gözü garip bir şekilde sürekli başka yere bakıyordu. Bu ister istemez insanı ürpertiyordu. Ve ses tonu... O kadar kalın ve ürkütücüydü ki...  Yine de içinde kendini buraya aitmiş gibi hissetmesine yol açan bir duygu vardı. Bu büyük ihtimalle dükkanda bulunan pek çok eski eşyadan kaynaklanıyordu. Dükkan daha çok eskici dükkanını andırıyordu. Çoktan tarihin tozlu sayfalarının tozları arasına karıştığını düşündüğü eşyalara bile burada rastlayabiliyordu. Ki bunu fark etmesi çok da zamanını almamıştı. Bu küçük dükkanda 3 tane enlemesine uzun raflar vardı. ve her rafta kendinize ait bir şey bulabilirdiniz. Geçmişinize ait, size ait. O an kendini iyice dükkanı incelemeye kaptırdığını fark etti. Buna aldırmadan, raflardan birinde gördüğü plağa yönelmek istedi. Fakat vaktini yağmurun belirlediğini hatırlayarak kafasını dükkan camına doğru çevirdi ve yağmurun şiddetini kontrol etti. Yağmur damlaları hızlarını, tatlı bir ezginin ritmine ayak uydururmuşçasına yavaşlatmış ve telaşlarını ilginç bir huzura bırakmışlardı. Uzun zamandır bir sessizlik olduğunu fark etti. Ve bu sessizliği bozmak istediği için en son ne söylediğini anımsayarak, dudaklarından kendinin bile söyledikten sonra şaşıracağını bildiği kelimelerin dökülmesine izin verdi.

-Aslında bu geceyi bu dükkanda geçirmeyi çok isterdim.
Bunu söylerken takındığı olumsuz yüz ifadesinden dolayı olsa gerek satıcı ona ilginç bir bakış attı ve:
-Ama?
-Ama, bilmiyorum. Gitmeliyim.

Gidecek miydi gerçekten? Onu içeriye çeken bu büyüleyici etkiye karşı koyup kapıya doğru bir adım attı. Adam gitmeyeceğini geri döneceğini bilir gibi  onu süzüyordu. Çok geçmeden kapının önünde öylece durdu. ve geri döndü.
Hala kendisine bakmakta olan adamdan yana dönerek:
-Burası öyle tuhaf bir yer ki.. Büyülü gibi. Beni içine çekiyor.
Adam kısa bir süre daha ona baktıktan sonra dudaklarını araladı ve sadece gecenin duyabileceği kadar kısık bir sesle konuşmaya başladı:
-Yıldızlar hanımefendi. Şuan gökyüzündeler. Biz onları göremiyoruz diye onlar koskoca evreni terk etmiyor. Şu şahane yağmura da bakın. Güzellik konusunda o kadar bencil ki yıldızların parlamasını görmemizi engelleyebiliyor.
Kafası karışmıştı ve ne diyeceğini bilmiyordu  Bu cümleden çıkarması gereken sonuç neydi? kafasının karışıklığı yüzüne de yansımış olacak ki adam konuşmaya devam etti. Kalın ve ürkütücü olan ses tonu yerine onu içten etkileyen bir sese dönüşmüştü:
-Buraya gerçekten yağmurdan kaçıp öylece sığındığını mı zannediyorsun? -Raflara yöneldi. Az önce kendisinin baktığı plağı eline aldı.- Belki de seni içeri çeken bu plak olmuştur.
Hemen sağında duran pikaba plağı taktı. Pikaptan yükselen ses geceyi hafif cızırtılarla bölüyordu. Konuşmasına devam edecek mi diye adamın dudaklarına bakarken adam sadece ağzını açtı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sustu. Bu eski eşyalarla dolu eski dükkanı sadece pikaptan çıkan ses dolduruyordu artık. Yanında duran eski koltuğa oturduğunda havaya yükselen toz tanelerinin güneşin ilk ışıklarıyla nasıl görüneceğini gözünde canlandırdı. Adam sessizce yanına oturdu ve ekledi:
-Ya gecenin de geceden başka kimsesi yoksa?
İşte buna verecek bir cevabı vardı:
-Yağmur ne güne duruyor.
-Çok aptalsın. Hiç düşünmez misin sen? Gece ne kadar büyüleyicidir. Sessizdir. Karanlıktır. Bütün çöplerin üstünü örten bir örtüdür. Yağmur ise hırçındır. Yağmur damlalarının sokağı dövüşünü dinlemez misin sen? Bu ikisinin dost olabileceğini mi düşünüyorsun?
Neye uğradığını şaşırdı. Sanki yerçekimi onu oturduğu koltuğa sabitlemişti. Kendisini topladı.
-Ne yani gecenin toprak kokusunu sevmediğini mi söylüyorsunuz bana?
Küçücük ve sadece birkaç saniye süren bir kahkaha attı.
-Hiçbir şey anlamadın değil mi? Yazık. Sen ve senin gibilere çok acıyorum.
-Ne demek istediğini anlamıyorum.
-Hiç ölecek olmana acıyorum.
-İyi de sen de öleceksin.
-Hala anlamadın değil mi? Ben gecenin ta kendisiyim. Nasıl ölümlü olabilirim?
Demek gitme vakti gelmişti çünkü karşısındaki tam bir deliydi şüphesiz.
-Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi? Düşünme lütfen. Yerinden kalktı. Tezgaha yöneldi. Eski bir sigara kutusunun içinden iki tane sigara çıkardı. Kendininkini dudaklarının arasına koyarken diğerini de ona doğru uzattı. Sigaralarının dumanı hala çalmakta olan şarkıya uyum sağlayarak havada dağılıyordu. Adam sakince devam etti:
-Adım Gece. Ve sen de Yağmur olmalısın değil mi?
-Hayır.
Aldığı cevaptan memnun olmadığı belliydi. Fakat gülümsedi.
-Gece bir sis gibi örter koskoca dünyanın üzerini.
-Artık gitsem iyi olacak.
Kapıya yöneldi ve dışarı çıkmayı başardı. Sadece birkaç dakika durdu. Yağmurun onu ıslatmasına izin verdi. Arkasını döndüğünde tek gördüğü şey karanlıktı.