28 Temmuz 2013 Pazar

Yine Cemal Süreya

Hayır hayır, amacımın dışına çıkmıyorum. Tek bir şair ve iki tane şiir var sevdiğim. Bir bakın.

Gitmek tüm kalanları yanında götürmekmiş, ben bilmem. Sen bilirsin elbet, sen gidiyorsun.

AŞK 

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git 
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.

Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin 

Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık 

Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı 

Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü 

Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz 
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar     

Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafları dünyaların    

Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük

Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde

Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra 

Sonrası iyilik güzellik.
                                                                              

27 Temmuz 2013 Cumartesi

En Sevdiğim Şair ; Cemal Süreya

Sonsuz Saygılarımla... 

Sen şimdi kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem, bilirsin.

SEVGİLİM, BEN ŞİMDİ 

Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara 
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden 

Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz 

"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz". 
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere 

O gülün yüzü gülmüyor sensiz 
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı 

Hepten hüzünlü bu günlerde 

Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye 
Masada tabaklar neşesiz 
Koridor ıssız 
Banyoda havlular yalnız 
Mutfak dersen - derbeder ve pis 
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş 
Vantilatör soluksuz 
Halılar tozlu 
Giysilerim gardropda ve şurda burda 
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda 
Mavi gece lambası hevessiz 
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni 
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi 
Radyo desen sessiz 
Tabure sandalyalardan çekiniyor 
Küçük oda karanlık ve ıssız 
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni 
İçeri girmeni
Senin elinin değmesini 
Gözünün dokunmasını
Ve her şey tekrarlıyor 
Seni nice sevdiğimi

26 Temmuz 2013 Cuma

Sevgili Sevgisiz için...

Aynı bedende sıkışıp kalmış iki ruh vardı onun için...
Yine kendini yalnız hissettiği dakikalar içerisindeydi. Etrafında onlarca insan vardı ama yalnızdı işte. Nasıl hissediyordu bilmiyordu. Hisleri birbirine karışmıştı artık. Ne birini sevebiliyordu ne de güvenebiliyordu artık, yorulmuştu. Yorgun adımlarla dışarı çıktı. Dışarı adım atmasıyla sigarasını yakması bir oldu. Yaşamın düğüm olup çözülemediği dakikalarda, gözyaşları sessizce akardı. Ve tam da bu dakikalar içerisindeydi. Gözyaşlarını kimse görmezdi çoğu kez. Sessiz çığlıklar ata ata ağlardı. Çok yoruluyordu artık yaşamaktan. Belki de beceremiyordu yaşamayı. Günler, haftalar , aylar, yıllar... Hep ellerinde ufalanıp gitmişti. Bir şeyi düzeltse diğer şeyde patlak veriyordu hayatı. Bunun böyle olmasından artık bıkmıştı. Ve artık kendi hayatı umrunda değildi. Yaşamayı bile beceremezken bir şeylerin ters gidip gitmemesi açıkçası çok da umrunda değildi. Ne zaman mutluluğun tadını doya doya çıkarsa bir bokluk çıkıyordu zaten. Bu yüzden uzun zamandır mutlu değildi. Bu yüzden hayatını uzun zamandır diken üzerinde yaşıyordu. Mutlu olması gereken zamanlarda bir adım geride kalıyordu. "Ya bir şey olursa ?.." deyip mutluluğunun tadını hiç çıkaramıyordu. Boktan bir hayatı olduğunu farkına varmak onu üzüyordu. Çünkü diğer insanlar mutlu olması gereken zamanlarda mutlu, üzgün olmaları gereken zamanlarda üzgünlerdi. Çünkü diğer insanlar bir şekilde mutlu olabiliyordu. Onun mutluluğu adam akıllı birkaç gün sürmüyordu bile. Buna rağmen hayatına hiç küsmedi. Asla vazgeçmedi. Ve asla yenik düşmedi. Kendisine göre çok yaşam tecrübesi yoktu. Ama yaşadıklarına dayanarak söyleyebilirdi ki çoğu insandan, hatta etrafındaki herkesten daha çok yaşam tecrübesi vardı. Çünkü o yaşamdaki bütün duygulardan biraz biraz tatmıştı. Çünkü o, ne olursa olmuş hep gülmüştü. İçi kan ağlarken bile hiçbir şeyi bozuntuya vermemişti. Bunu çoğu zaman yine karşısındakileri düşündüğü için yapmıştı. Bunu, beni seven insan beni böyle görürse üzülürler, diye yapmıştı. Ve bunu çok az kendi için yapmıştı. "Güçlü olayım ki bana zarar gelmesin..." dediği zamanlar çok azdı. Kendinin dertleri ona yetmezmiş gibi en sıkıntılı olduğu zamanlarda bile sevdiklerini yüz üstü bırakmamak için, onlarla konuşup dertleri bile dinlemişti. Dinler de. Hala yaptığı şeyler arasında yer alır bu. Kendine, kendisi için çok az zaman ayırırdı. Kendisini düşünmezdi. Ve buna rağmen ona bencil diyenler bile olmuştu. faka o, buna rağmen yılmamış, yıkılmamış ve hep dimdik ayaktaydı. Herkesin ortak bir hem fikri vardı : Çok güzel güldüğü. Ama o, asla bunun böyle olmadığını düşünürdü. Çünkü çoğu zaman gülüşü sahteydi. Ve ona göre sahte olan her şey çirkindi. Güzel olamazdı. Kendisi de çirkindi. Dış görünüş olarak değil. İçi çirkindi onun. Çünkü asla duyguları hakkında doğru olanı söylememişti kimseye. Onu bu saatten sonra değiştirebilecek bir şey yoktu. Çoğu kez intihar etmeyi düşünmüştü.Kendi için düşündüğü tek şey buydu belki. Ama yine etrafındakileri düşündüğü için yapamamıştı. Aklından geçen ölüm senaryolarını bir kumpanya kumbarasına atıp duruyordu. Kendine uygulayamadığı çok şey vardı. Hatta ölümünün yanlışlıkla olmuş gibi göstermeyi bile düşündü. Gaz kaçağı, elektrik çarpması, araba kazası... Bunlar hep olabilecek şeylerdi. Ölmek aklında hiç gitmeyecek olarak kazınmış bir fikirdi. O, öleceğini bilerek yaşardı ama ölümü bekleyerek yaşamazdı. Bu yüzdendi bu kadar pozitif oluşu belki de. Siktir edin. Pozitif falan değil. O kadar çok yalandan ibaretti ki duyguları, bu duygulara kendi bile inanır olmuştu. Ara sıra durup "Ya ben buysam ?" dediği bile oluyordu. Etrafındaki insanlardan kendi hakkında çok olumlu şey duyuyordu. Bu yüzden insanlardan nefret ediyordu. Çünkü insanlar doğruyu söylemiyordu ona. Ama bu insanların suçu değildi ki. İnsanlara tanıttığı Benayla, kendi arasında çok fark vardı. Bu yüzden insanlar kendisini değil, Benay'ı eleştiriyorlar, Benayla arkadaş oluyorlardı. Ama asla kendisiyle değil. Kendisini o bile kaybetmiş, artık o da benay'ın kölesi olma yolunda nlara tanıttığı Benay ilerliyordu. Ama o, Benay değildi.En azından insanlara tanıttığı Benay değildi. İçindeki çok daha farklı biriydi. İçindekini kimse tanımıyordu. Tanıyamazdı da kimse. Çünkü kimseye göstermemişti onu. Bir ara aklından herkesi birbirine düşürüp herkesin ondan nefret etmesini sağlamak da gelmişti. Ama yine o lanet olası etrafındaki insanları düşündüğü için bunu da yapamamıştı. Sevse de sevmese de etrafındaki insanlara "Senden nefret ediyorum." deyip kendinden nefret ettirmeyi bile düşünmüştü. Tabii ki dört dörtlük değildi. Tabii ki onu sevmeyen insanlar da vardı. Olacaktı gayet tabii o zaman, onun için hayat daha da iğrenç olurdu. Ondan nefret eden insanları biliyordu. En azından az çok tahmin ediyordu. Ama kin tutmak onun yapısında yoktu. Ne zaman can acıtıcı bir plan yapsa mutlaka başlamadan bitirirdi. İçindeki şeytan bile iyi niyetliydi. Böyle yaşamak onun çok canını sıkıyordu. Ağlamaktan da gülmekten de çok sıkılmıştı. Hoş ikisini de uzun zamandır yapamıyordu. Uzun zamandır adam akıllı bir şey hissetmiyordu ki. Sigarasının elini yakmasıyla bütün bu düşüncelerinden uyandı. Dalıp gittiği sonsuzluktan sıyırdı kendini. Etrafında çok insan vardı, onu seven en azından sevdiğini söyleyen. Ama yalnızdı. Halden de anlaşılacağı gibi. Dışarı çıkalı tam iki saat olmuştu. Ve o iki saattir yolun götürdüğü yere kadar yürümüştü. Yürümeye devam ediyordu. Ama bu sefer sigarasını bitirmiş ve düşüncelerini durdurmuştu. Toprak kokusu... Hemen öne eğdiği başını kaldırdı ve havaya baktı. yağmur, yağmıyordu. Gözlerinden süzülen neydi o zaman ? O yağmurlu günlerde ağlardı bir tek. Ve evet, yanılmamıştı. Hafif hafif yağan bu yağmur, ağlaması için yeterliydi. Gökyüzünden süzülen damlalar, gökyüzünü narince delip, aşağıya iniyordu. Omuzlarına, üstüne, ellerine, kollarına her yerine isabet eden küçük küçük damlalar vardı. İki sıra kaldırım vardı. Soldakinden yürüyordu. Çünkü kaldırım hizası boyunca ağaçlar vardı. Ve bu ağaçların rüzgarla dans ederken çıkardığı sesler, onu büyülemeye yetiyordu. Yürümeye devam etti. Düşünmeden yürüyordu. Sadece yürüyordu. Öylece. Boş boş. Evine gitmek istemiyordu. rüzgarı pek sevmezdi. Yağmura aşıktı. Yağmur, rüzgarla geldiğinde yağmura kızardı. Yağmuru ölmesini isterdi o zaman. Mecburiyetten evine geldi. Ona bağırıp çağıran annesini veya babasını hiç umursamadan odasına geçti. Bilgisayarını açtı, Bloguna girdi. İçinde beslediği nefreti kusmalıydı. Birkaç satır bir şey karalamalıydı en azından. Ölümü düşünmeden edemiyordu. Çaresiz olduğu zamanlarda tek düşündüğü şey her zaman ölümdü. Kendini sakinleştirmeye çalıştı. Hayatı boyunca kimse onun yaşadıklarını yaşamayacaktı, biliyordu. Belki durumu ondan çok daha kötü olanlar vardı. Belki durumu ondan bin kat daha iyi olanlar vardı. İnsanları önemsemeyi bıraktığı gün, yaşamayı öğrenecekti. Klavyesini kucağına aldı. Başkasının ağzından kendi hayatını anlatmaya başladı. Ne çok uzun ne çok kısa bir yazı yazdı. Ve yayınla butonuna bastı...

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Dört Duvar, Bir Cehennem

Kısacık bir hikaye... Yine sizin için... Önceden yazılmış kusuruma bakmayın.


Gördüğüm en pis yerdi belki de. Her yer leş gibiydi. Yerler pislikten renk değiştirmişti. Önümde duran kocaman bir kapı vardı. Açıldı, eşikte öylece duruyordum. Önümde küçücük bir hücreden fazlasını görmüştüm. Herkese göre küçük ve basit bir hücre olabilirdi. Ben bu hücrenin sonunda cehennemi görmüştüm. Cehennem ateşinin sıcaklığını yüzümde hissettim. Duvarlar beni aralarına almış dört bir taraftan sıkıştırıyordu. Küçücük bir pencereden cennet görünüyordu. Bir ömür burada geçemezdi, farkındaydım. Duvarlarda is lekesine benzer izler vardı. Yerde birkaç damla kan lekesi de gördüm. Ürkmeyecek kadar içinde bulunduğum ortama odaklanmıştım. "Neresiydi burası ? Nasıl düşmüştüm buraya ?" asla bilemeyecektim. Arkamdan beni iten koca ibr vücut bir şeyler homurdandı ve kendimi içeride bulmuştum.Ve artık bu cehennemin bir parçasıydım. Buna aldırış etmemeye çalışarak köşeye geçip öylece oturdum. Bozulmamak üzere edilmiş bir sessizlik yeminiyle boş gözlerle bakıyordum etrafıma. Dört duvar, bir cehennem. Yalnızlığın çürük kokusu odanın her yerinde duyuluyordu. Duyulmaması imkansızdı. Görmekten,duymaktan,koklamaktan fazlasıydı bu... Hissetmekti. Buraya düşen insanların hallerini hissettim. Çaresizliği, korkuyu... Cehennemi. Ve nefret kusuyordu duvarlar. Hissedebiliyordum. Ben buraya ait değildim. Gözlerim ufacık bir pencereden süzülen cennet ışıklarına bakakalmıştı. Dışarısı... Öyle bir yer var mıydı artık benim için ? Yağmur ve toprak kokusu bu pencereden bu küçük cehenneme sığabilir miydi ? Gelebilirler miydi her gece benim yanıma ? Karanlık... Çok basar mıydı üstüme ? Beni her gece kucaklayıp mı uyuturdu yoksa bütün korkularımı yüzüme mi çarpardı ? Emin olamadığım çok şey vardı. Ama kendimi biliyordum, burada bir dakika bile duramazdım. Bir ömrü ise hayatta geçiremezdim. Beni bu cehenneme tıkarken gözden kaçırdıkları bir şey vardı ; İç çamaşırlarım. Üzerimden artık rengi beyaz olmayan bir sütyen vardı. Bir kaç dakikalık uğraşla içindeki teli çıkarttım ve sivrilttim. Bu cehennemde kalıp her dakika ölmektense, bir defa ölmeyi tercih ederdim. Bu cehennemden kurtulup gerçek cehenneme melek olarak atanmama az kalmıştı. Bileklerimi paramparça edecektim. Sıcacık kanımın bu hücrenin yerlerinde yayıldığını hissettim o an. Vücudum benim isteğim dışında ağırlaşıyordu. Umutlarım, hayallerim ne var ne yoksa bitmişti içimde. Her zaman dimdik ve güçlü duran ben, güçlü kalamamıştım. Çok geçmeden vücudum yere yığıldı. Gözlerimi kapatırsam bu son kez olacaktı. Gözümü son kez kapatırken duvara kan ile yazılmış bir yazıyı gördüm "Güçlü kal..." 

Kumpanya Sahibesinden Sesleniş : Nihayet

Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissetmiyorum sanırım. Ciddi anlamda iyi ama. Her şey yolunda gidiyor. Taslak olarak kayıtlı yaklaşık beş altı kayıt var. Ama olumsuz düşünmüyorum, ve insanlar ölmüyor. Ve bu yüzden de onları tamamlayamıyorum. Ölümle ilgili yazmak çok önemli değil sanırım. Ya da şöyle söyleyeyim, insanlar benim canımı acıttığı için ben insanları öldürüyorum. Ama acılarım diniyor. Kalp kırıklarım, hayal kırıklıklarım... Belki kimsenin doğru bulmadığı şeyleri yapıyorum. Belki de insanlar benim hakkımda olur olmadık atıp tutuyor... Ama ben herkesin diline hakim olamam. Ben hayatım boyunca "El alem ne der ?" korkusunu bir kere bile yaşamadım. Yaşamam da. Ben mutlu olduktan sonra, isterse en yakınımdaki kişi olsun beni bir işten vazgeçiremez. Ben mutluyum, uzun zamandır olmadığım kadar iyi hissediyorum kendimi. Sanki bir mucize olmuş, her şey düzelmiş gibi. Ben yine aynı benim. Değişen hiçbir şey yok. Elimden geldiğince arkadaşlarımın dertlerine çareler üretmeye çalışan, mutlu, güler yüzlü, güçlü o kız burada. Tek sorun, uzun zamandır bu mutlu ve güler yüzlü maddelerinin kendilerini şeytana satmış olmalarıydı. Tek sorun kendimi, kendimde bulamamamdı. Ne mi oldu ? Bilmiyorum. Belki de bu benim hayatımın dönüm noktasıdır. Bir şey oldu ve ben geri döndüm. Bir eksiklik... Uzun zamandır var olan bir eksiklik vardı. O gitti. O neydi bilmiyorum. Böyle kalbimi devamlı dürten, bana rahat vermeyen. Bir eksik vardı, bana yanlış kararlar verdiren, beni başka bir ben yapan. Her şey dört dörtlük. Tamam bazı yanlışlar ve eksiklikler var ama o kadarcık çatlak su kaçırmaz. Tarif edilmez bir mutluluk benimki. Sanki böyle bulutların üzerinde yaşıyormuşum gibi hissediyorum. "Durup dururken nereden çıktı lan bu manyak ?!" dediğinizi duyabiliyorum. Ya da ne bileyim "Oha ! Bu kadar olumlu ve herkesi öldürüyor mu?!" dediğinizi de farkındayım. Endişelenmeyin ya ölmeye devam edecekler. Valla öldüreceğim hepsini. Ama bir süre için değil. Birkaç tane güzel hikaye var aklımda, onları serpiştireceğim aralara.  Sonra ölümler başlar yine. Sanırım bu doğruda insanın ruh haliyle ilgili. Ama ben hiç böyle kötü düşünen olumsuz bir tip olmamışımdır ki. Neden böyle oldu ? Neden herke oldu ? Bana kurtulan bir tane kahraman gösterin tek kişilik hikayelerimde. Yok dimi ? Evet, yok. Sorun mu bu sizin için ? Annem : "Senin gibi bir yazarı okumam, çok kendini tekrar ediyor. Herkesi öldürüyor." dedi. Ama siz okursunuz yine beni değil mi ? 2336 kişiye kadar ulaştı yazdıklarım yalnız bırakmazsınız değil mi beni bundan sonra ? Gelin beraber sonsuzluğa uçalım...

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Kanlı Kele"bok "

İmzası kanla atılmış ölüm mektupları ne diye okunsun ki ? O zaman ölmemizin bir anlamı kalır mıydı ki ?


Evet... Başlıyoruz. 
"Bu yağmur da nesi ?!" Zahmetlice yerinden kalktı. Keyfi bozulduğu için yüzünü düşürdü. Ve pencereleri kapadı. Yağmurdan nefret ederdi. Kim bilir belki de ona aşıktı. Neler yaşamıştı bu zamana gelene kadar ? Karanlık... Gece... Ve bir ses böldü yalnızlığını. Kalbi atmıyordu. Umutlarını yitirdiğinden beri hiç de atmamıştı. Ruhu yorgundu. Daha önce hissetmediği birçok şeyi hissediyordu. Karanlık odasını aydınlatan, ipi uzun ve zincirden olan sadece ampulün bağlı olduğu türden bir ışığı vardı. Bir ip ve bir ampul... Uzun zamandır kendi ile bir savaş içerisindeydi. Kazanamadığı, onu derin ve ıssız çukurlara sürükleyen bir savaş... "Herkes yazabilir ! Önemli olan insanların gebermesi gerek !" diye geçirdi içinden. Derin bir nefes aldı. Yavaş yavaş bıraktı. Kendini az da olsa rahatlatmak ve kafasını toplamak istiyordu. Her ne kadar bu ona imkansız gibi gelse de, yapabilirdi. Ve yaptı da. Az da olsa rahatlamıştı bu küçük nefes egzersizlerinin sonucunda. Krizlere girip kendini yerden yere vurup, ağlamaya başladığı zamanlar için kullandığı yüksek dozda antidepresan ilaçları vardı. Küçük sevimsiz kutuları vardı. Camdan ve kahverengi. Bu lanet şeyleri kaç yıldır içtiğinin haddi hesabı yoktu. Küçük ve karanlık odasından yayılan rutubet kokusu bile artık onu rahatsız etmiyordu. Işığın çatlak çatlak yanması umrunda değildi. Işık cızırdar mıydı hiç ? Saçmalık. Onunki cızırdıyordu işte. Bitişik binalara bakan bir manzarası vardı camının. Perdeleri krizlerinden birinde söküp atmıştı. Devamlı yatma isteği... Ağlama isteği... Krizler... Krizler... Ve daha fazlası. Kendine birkaç kez zarar vermiş, her yeri iz içindeydi. Ne zaman uykuya dalsa kabuslar görmeye başlıyordu. Buna rağmen odasında tek kişilik bir yataktan başka bir şey yoktu. Kimi zaman ilaçları yan etki yapardı ve tozlu, kirli parkelerin üzerinde uyuya kalırdı. Uyandığında hiçbir şey hatırlamaz hale gelirdi . Bunlar nasıl olmuştu ? Bu hale nasıl gelmişti ? Çoğu kez yatağına öylece uzanır, gözlerini tavana diker ve bu cevapsız soruların çıkış yolunu arardı. Her şeyden nefret ediyordu. Kendi dahil. Odasının  kapısından çıktığında sonsuzluğa doğru gidiyormuş hissi uyandıracak kadar uzun bir hol vardı. Ve bu hol mutfağa çıkıyordu. Mutfak, karanlık ve pisti. Her yerde sinekler uçuşuyordu. Buzdolabında tarihi geçmiş hazır paket yemekler, kokuşmuş birkaç ev yapımı yemek, rengi hiç hoş durmayan içecekler vardı. Mutfağa fazla uğramazdı. Odasında, yatağının yanında duran küçük bir komidin vardı. Bu komidinin altında suyu dururdu. Üstünde de ilaçları. Başka bir şeye ihtiyaç çok az duyardı. "Lanet olası durmuyor !"  Yağmurdan nefret ederdi. Kim bilir belki de ona aşıktı. Bilemiyordu. Neler olmuştu ona ? Bu aynada bakmaya utandığı yüz, onun olamazdı. Bu hale gelmiş olamazdı. Kendine hayretler içerisinde aynaya bakıyordu. HAYIR ! Bu o değildi. İçindeki şeytandı. Dışarı çıkmıştı. Peki nasıl ve neden ? (Onun hikayesi umrunuzda bile değil. Onun ölmesini istiyorsunuz. Ve ölümünü meraktan çatlayacaksınız.) Babası öldüğünden beri böyleydi. Ona çok düşkündü. Her kız çocuğunun ilk aşkı ve tek kralı babası değil midir zaten ? Onun da öyleydi işte. Dayanılmaz bir acıydı yüreğindeki. Yeri dolmayan bir boşluk, gün geçtikçe tazelenen bir acı... Onu çıkmazların derinine iten kalp yanmaları...Sevgisinden nefret etmeye başladığı o gün... Sevdiği herkes gidecek miydi ? O sevmekten bu yüzden nefret etmişti. Gidemezlerdi. O birini seviyorsa karşısındaki de onu sevip sonsuza kadar onunla kalacaktı. Bu kadar basitti. Bunları düşünürken yine gözlerini tavana dikmiş bakıyordu. Bir oda bir salon olan bu evde salonun hali de mutfaktan farksız değildi. Zaten küçük bir evdi. Odasının biraz büyüğü de salondu işte. Sonsuzluğa giderken hemen soldaki oda. Bir koltuk ve birkaç sandalye dururdu salonda. Salonda yerde birkaç kan lekesi vardı. Bu lekelerin her biri onun krizine aitti. Ve o bunlara baktıkça hatırlardı neler olduğunu. Acı çekerdi. Onları temizlemeyi hiç denememişti. Umrunda değildi çünkü. Baktıkça acı çekiyor olması bile umrunda değildi. Onun hisleri yoktu ki. Ömrünün tadını henüz çıkarmamış kadar gençti. Ama bütün bu olanlardan sonra yaşamak onun için fazla bir şey ifade etmiyordu. Hayata geri dönmeyi denememiş miydi ? Birçok kez denemişti. Sevgili bulmayı, makyaj yapmayı, dışarıda gecenin bir vaktine kadar sürtmeyi denemişti. Ama olmamıştı. Çünkü o bu kadar basit yaşayamazdı asla. Hep arkadaşlarının bir adım ilerisinde olmuştu düşünceleriyle, düşünüş biçimiyle. Fakat bu fark hiç.bir işe yaramıyordu işte. Umudunu yitirmişti. Ölmeliydi belki de ? "Başlıycam yağmuruna ya !"  Yağmurdan nefret ederdi. Kim bilir belki de ona aşıktı. Elektrikler birkaç saattir yoktu. Gece... Sessizlik... Yağmur kokusu... Pencereden usulca fısıldayan rüzgar... Hiçbiri umrunda değildi. Salona gitti. Sandalyelerden birini aldı. Karanlıkta duvarlara çarpa çarpa odasına kadar taşımayı başardı. Odasına vardığında sandalyeyi ip ve ampulün tam altına koydu. Sandalyeye çıktı. Karanlıkta görmesi zordu fakat ipi ellerine alarak bir şekilde ona bir çeşit düğüm attı. Zincirden olan bu ipin ortasına bir şey geçince onu sıkıştıracak ve bırakmayacaktı. Kafasını o deliğe soktu. Zincir ipin bütün soğukluğunu boynunda hissetti. Ayaklarıyla sandalyeyi ittirdi. Nefesi kesildi. Ağzına kan tadı geldi. Gözlerinin yuvalarından çıkacağını hissetti. Gözlerinin son gördüğü şey duvara konmuş olan ve üzerinde birkaç kan lekesi olan  bir kelebekti. Düşündüğü son şey ise yağmur olmuştu. "Lanet şey hala durmad..."  Yağmurdan nefret ederdi. Kim bilir belki de ona aşıktı. Bu kadarını düşünmeye yetmişti hayatı. Yanan bir ampul. Cızırtıyla yanan bir ampul... Elektrikler gelmişti. Bu sefer de giden oydu. Geri gelmemek üzere. 

Çoktan cehennem ateşi ısıtıyordu yeryüzünü... Ve cennet fısıldadı : Herkes buraya ! 


17 Temmuz 2013 Çarşamba

Yıldızlar Cenneti

Her Şey Fazla Yolunda 
-Hayır o değil şapşal 
-Bir dilek tut !
-Hayır, o değil (Kahkahalar atarak) 
-Olsun sen tut yine de (Gülümseyerek) 
Biraz zaman geçer.Yattığı çimenlerin üzerinden, saçları çimenleri süpürürcesine yavaşça kalkan kız hafif buruk bir tebessümle
-Ama ya o yıldız değilse ve benim dileğim gerçekleşmezse ? 
-Olsun ne olacak ki ? 
-Benim dileğim sensin ama 
Çocuk oturduğu yerden doğruldu, kızın ellerini tutarak onun o pembe ve artık konuşurken kızı izlediği için ezberlemiş olduğu dudak çizgilerine ufak bir öpücük kondurdu ve ; 
-Bak benim dileğim gerçekleşti çoktan. Sen yanımdasın işte. 
-Ben... Ben, bu sonsuza kadar sürsün istiyorum.
-Ölüm bizi ayırana kadar yanında olacağım. 
-Söz mü ? 
-Söz !
-Hey şuradaki ! 
-Dilek tut birtanem ! 
-Tuttum bile. 

Ve ikisi tekrar el ele tutuşup, çimenlere uzanmaya devam ederler. Kızın başı oğlanın göğsünde ve oğlan da onun saçlarını okşamaktadır. 
-Lanet olsun ! Saat...
-Gitme...
-Gitmem lazım. 
-Oof, peki. Seni bırakayım.
-Gerek yok. Saat geç oldu. Sen de geç kalma eve, lütfen. 
-Ama..
-"Lütfen" dedim
-Bu seferlik öyle olsun prenses.
-Seni seviyorum.
-Ben de seni.

Oğlan en masum bakışlarıyla, kızın karanlığa doğru girdikçe ondan uzaklaşan ve karanlığın bir parçası olan bedenine baktı. Kız hep yaptığı giderken ona baktı ve el salladı. Oğlan da masumca elini salladı. Ve kız bütünüyle karanlığın bir parçası oldu. Oğlan bakışlarını artık kızın bedeninden çekerek birkaç dakika daha uzanıp tek başına yıldızları seyre daldı. Her şey yolundaydı. Onu gerçekten çok seviyordu. Biranda hayatına girmiş, hayatının kopmaz bir bağı olmuştu. İstese de ondan ayrılamazdı. Ve biliyordu, o da onu seviyordu. onu asla bırakmazdı. 

Bir Sonraki Gün 
"Günaydın sevgilim." 
"Günaydın meleğim. Ben bugün hastaneye gideceğim biliyorsun Kerem..."
"Biliyorum hayatım. Dikkat et kendine. Geçmiş olsun çok. Seni seviyorum." 
"Teşekkür ederim birtanem ben de seni seviyorum."

Bu kısa mesajlaşmanın sonunda oğlan, hasta olan arkadaşı Kerem'i ziyaret etmek için hastanenin yolunu tuttu. Hemen kapısının önünden otobüse bindi. Gideceği yol çok da uzun sayılmazdı. Beş on dakikaya hastaneye varmıştı. Hastaneden içeri girdi. Burnuna gelen o yarı sağlık yarı da küf kokusu hemen ona nerede olduğunu hatırlatmaya yetti. Etrafta koşuşturan hemşireler, sıra bekleyen hastalar, sıra bekleyen sağlıklı insanlar... Kolu, bacağı alçıda olanlar, değnek yardımı ile yürüyenler... Etrafında bu insanları gördükçe haline şükrediyordu. Gözleri hastanedeki o karmaşayı izlerken dalmıştı. "Affedersiniz bayım, ne için gelmiştiniz ?" Biraz irkildi ve duraksadı, "Kerem !" buraya onun için gelmişti. "Kerem ?". "Arkadaşım, trafik kazası geçirdi. Bana burada yattığı söylendi." "Aa, evet şu genç çocuk, 6. kata çıkın orada size yardımcı olacaklarıdır." "Tamam, teşekkürler." Hastane asansörlerinden nefret ederdi. Güvenli değillerdi. Asla olmayacaklardı. Güvenli olsalardı hastanede ne işleri vardı ? Heran birine bir şey olabilirdi o asansörlerde. Merdivenlerden çıkmaya karar verdi. Her katta ayrı bir hikayeyi, her insanın ayrı bir acısını gördü. Sessiz kalmakla yetindi. Altıncı kata geldiğinde hemen Kerem'in ağlayan anne ve ablasını gördü. Babası Kerem küçükken vefat etmişti. Kerem'in annesi ona yaklaşan çocuğu görünce "Emre, oğlum !" diyerek sarılıp ağlamaya başladı. Kerem ile Emre ilk okulu ve lise boyunca aynı sınıfta olmuş, üniversitede ise yolları bölümleri yüzünden ayrılmıştı. Arkadaş değillerdi, kardeşlerdi onlar. "Tamam, Ayşenur Teyze lütfen ağlama. İyileşecek benim kardeşim, söz. Durumu nasıl iyi mi ?" Kerem'in annesi dolu gözleriyle baktı, yaşları akmaya başladı. Kerem'in ablası söze girdi : "Hala yoğun bakımda... Hayati tehlikeyi atlattı çok şükür. Doktorlar iyileşmesi imkansız bile dediler.Bekliyoruz." Emre'nin gözleri doldu. Duvarları parçalamak istedi, olamazdı. Daha çok erkendi. Başından aşağıya kaynar sular döküldü. Öfkesinden duvara geçirdiği bir tane yumrukla eli kanamaya başladı. Ama öfkesinden hissetmedi bile. Durdu, biraz düşündü ve şöyle yanıtladı "Hayatta imkansız diye bir şey yoktur, çünkü mucizeler vardır. Bu çok sevdiğim bir yazara ait sözdür. Ve sonuna kadar da doğru. Şimdi silin gözyaşlarınızı. Güçlü olmamız gerek." dedi. Kendi söylediklerine tamamen zıttı. Daha fazla tutamadı gözyaşlarını. 

"Aşkım ?" 
"Sevgilim, bu gece yazamayacağım. Refakatçi olarak hastanede kalacağım. Seni seviyorum."
"Peki, kal kal yalnız bırakma Ayşenur Teyze ile Leyla Ablayı. Ben de seni seviyorum." 

Bu kısa mesajlaşmadan sonra Emre, Leyla'nın yanındaki koltuğa oturdu. Ve Leyla'nın annesine bakarak : 
-Ayşenur Teyze
-Efendim oğlum
-Ben bu gece buradayım. Ne olur siz gidip biraz dinlenin. 
-Ama oğl..
-Hatırım için. 
-Peki madem.

Güzel Günler Bitti...
-Doktor ! Doktor ! Hemen doktor çağırın !
-Ne ?! Neler oluyor ! 
-Doktor çağırın dedim ! 
-Doktor ?! 
-Olamaz ! 

Bu seslerle uyanan Emre hemen koşup Kerem'in kaldığı yoğun bakım ünitesine koştu. Seslerin oradan gelmemesi için dua ederken, birçok hemşire ve doktorun Kerem'in çevresinde olduğunu gördü. Ona doğru tutulan doktorun iki elinde de bir tane bulunan şok cihazı ile doktor, her defasında onun bedenini bir adım daha yükseğe çıkartıyordu. Dayanamadı. "Kerem...Kardeşim..." diye ağlayarak kendini yere bıraktı. Dizleri üzerinde çökmüş duvarları yumrukluyordu. Çok geçmeden yanına gelen Leyla kardeşini öyle görünce, ağlamaya başlamış, çığlıklar atıp her yeri tekmeliyordu. Çok geçmeden baygınlık geçirdi. Hemen bir hemşire ona müdahale etti. Emre, yıkılmıştı. 

Kara Bir Gün 
-Hakkınızı helal ediyor musunuz ? 
-Helal olsun ! 

Hala inanamıyordu. Nasıl ölürdü kardeşi ? Nasıl onu yalnız bırakırdı onu yapayalnız ? Bir tek o vardı onun için. Bazı günler onlarda bile kaldığı olmuştu. Onun annesi ve babası da küçükken trafik kazasında ölmüştü. Zaten tek çocuktu. Hiç sevmediği dayısı bir şekilde onu büyütmüştü işte. Sonra o kendi yolunu çizmişti. Yalnızdı. Bir tek Kerem vardı ailesinden. O da gitmişti işte. Omuzlarına aldığı o soğuk tahtadan tabut... İçinde en son kefenine bürünmüş olmasını dileyeceği kişi... Annesinin feryatları "Kerem ! Kerem ! Annem !"... Yüreği parçalanıyordu. Başınız sağ olsun, mekanı cennet olsun... İnsanlar için ölüm bu kadar basitti işte. Hayatını aydınlatan bir yıldızı öylece kayıp gitmişti onun. Sevgilisi elinden tuttu. Ona sarıldı. Başı örtülü, siyahlar içindeydi, herkes gibi. Sarılınca ikisi de ağlamaya başladı. "Bunu beraber atlatacağız, söz." dedi sevgilisi. Emre ise hala Kerem'i cennete uğurlamaya hazır değildi. Gitmişti. Ve o gece bir yıldız kaydı. Bir daha geri dönmemek üzere...


Yıllar Sonra 
-Hayatım, kravatlarımı bulamıyorum. İşe geç kalacağım.
-Alttaki çekmeceye bak Emre ! 

Emre'ye yol gösteren bu ses sevgilisi Gamze'den başka kimse değildi. İkisi de üniversiteyi bitirince evlenmişlerdi. Ve şimdi tek katlı, bahçeli bu evde birlikte yaşıyorlardı. Hep hayal ettikleri gibi. "Bugün ayın sekizi. Kerem gideli tam 6 yıl olmuş. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor." diye içinden geçirdi. 

-Ben çıkıyorum Gamze !
-Tamam canım dikkat et.

Üniversitede okuduğu bölüm mimarlıktı ve o şimdi işinde başarılı bir iç mimar olmuştu. Kerem ile hayalleri vardı. O dış mimar olacaktı. Beraber ofis açıp işlerini yapacaklardı. Olmadı. Emre, hayatının nasıl şekilleneceğini bilemezdi. Yarı mutlu yarı üzgün bir şekilde iş yerine gitmek için arabasına bindi. Bir saat süren bir yolculuktan sonra iş yerine vardı. Dosyalar... Dosyalar... Dosyalar... Bir yandan aklı ister istemez Gamzedeydi. Çünkü Gamze birkaç aydır baş ağrısı ile mücadele edip duruyordu. Doktorlar migreni olduğunu söylemiş çeşitli ağrı kesiciler vermişti. Yarın hafta sonu olacaktı. Ve Gamze ile yakın oldukları arkadaşlarıyla beraber pikniğe gideceklerdi. Gamze, küçüklüğünden beri istediği moda tasarım bölümünü üniversitede de okumuş ve başarılı bir modacı olmuştu. Kimi zaman evde tasarımlar yapıp işini internet üzerinden hallederdi kimi zaman ise ofise giderdi. Bir aydır yerinden bile kalkası gelmiyordu. 

Yoksa..?
Mutfaktan gelen seslerle irkildi Emre. Gözünü açtığında yanında göremediği Gamzeden şüphelendi hemen. Saat 06.32 idi. Hemen yatak odasından çıkıp mutfağa koştu. Gamze mutfağın zemininde öylece uzanıyordu. Ve başı kanıyordu. Bu manzarayı görünce eli ayağına karıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Hemen telefona sarıldı. Ambulans çağırdı. Apar topar hastaneye gittiler. Gamze'yi acilden almış hemen ameliyata sokmuşlardı. Doktor, önemli bir şey olmadığını, sadece başında ufak bir yarılma olduğunu dikiş attıklarını söyledi. Az da olsa bu Emre'nin yüreğine su serpmişti. Gamze'yi hastaları yatırdıkları odalardan birine aldılar. Gamze, hasta yatağında uyurken, Emre hemen yanındaki koltukta oturup onun uyanmasını bekliyordu ve elini tutuyordu. Gamze uyandığında eşine bakıp tebessüm etti. 

-Hayatım ?
-Gamze ! Şükürler olsun. Seni çok özledim. İyi misin ? Konuşmak için zorlama kendini birtanem istersen. 
-İyiyim canım. Sadece başım döndü biraz, su içmek için kalkmıştım.
-Tamam hayatım, beni çok korkuttun ama 
-Korkma, ben iyiyim.

O günü de hastanede geçirip evlerine geri döndüler. Emre, salondaki televizyona bakan koltuğu Gamze için hazırlamış, işten izin almış ve onunla ilgileniyordu. Gamze her ne kadar önemli bir şeyi olmadığını söyleyip onun işiyle ilgilenmesini söylemiş olsa da Emre onu dinlememişti. 


Korkma, Ben İyiyim 
Gamze, salondaki aynalı vitrindeki çekmecede sakladığı ilaçlardan aldı ve içti. Emre'den sakladığı bazı şeyler vardı. Bunu doktoru da biliyordu. Önceden beri bu doktora gidiyordu ve bu doktor, Gamze'nin hastalığının ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu. Fakat Gamze bunu Emre'ye söylemeye asla cesaret edememiş, migren deyip geçiştirmişti. Beyninde tümör vardı. Emre ile tanışmadan önce ameliyat olmuş ve yıllar geçtikçe iyileşmişti. Eski haline geri dönmüştü. Ama bundan Emre'ye hiç bahsetmemişti. Fakat şimdi yine tekrar eden bu hastalığın ameliyatı oldukça riskliydi. Yatacağı ameliyat masasından kalkma olasılığı çok düşüktü. İlaçlarla geçirmeye çalışıyordu. Biliyordu, bu sefer şansı çok azdı. Ama bunu Emre'ye söyleyemezdi. 

-Ben çıkıyorum. Yetiştirmem gerek acil bir dosya gelmiş. Hemen dönerim. Bir şey olursa hemen ara. 
-Bak işine lütfen. 
-Ama sen ?
-Korkma ben iyiyi...
-Gamze ?! Gamze ?! 

Koltukta uzanan kız gözlerini kapatmış, kolu koltuktan aşağıya doğru düşmüştü. "Gamze ! Gamze ! Kendine gel ! Hadi birtanem ! Lütfen ! " Ambulans çağırdığında her şey için çok geçti. Emre'nin artık gökyüzünde hiç yıldızı kalmamıştı. Gamze, onu bırakıp gidemezdi. Aklına kaçamak buluşmaları, çimenlere uzanıp yıldızları seyrettikleri o gece geldi. Gidemezdi. Bu kadar erken olamazdı. Gamze, yıldızların cennetine gitmişti. Emre'yi öylece bırakıp gitmişti. Emre ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Tek yapabildiği şey ağlamak oldu. Gözyaşlarıyla yanaklarını, yüzünü ıslata ıslata ağladı. Ağlaması sonbahar yağmurları gibiydi. İnce ve hüzünlü. Suskun fakat fırtınalı. Kalbinde kopan fırtınalara yenik düşmemek için tutunması gereken bir dal olmalıydı hayatta. Fakat o dal, yıldızlarla birlikteydi artık. Yaşamasının bir anlamı yoktu onun gözünde. Fakat ölemezdi. Gamze'nin isteyeceği son şey bu olurdu. Ölmüştü. Ruh ölümü gerçekleşmişti. Çünkü umutları tükenmişti. Ve umudu tükenen insanlar, hayaletten farksızdırlar. 

14 Temmuz 2013 Pazar

Ruh Delisi (Kızlar ve Erkekler)

Arada Bir gördükçe rüyamda ben seni ; 
Tıklayın tıklayın, çok güzel şarkıdır. Ve benim söylemek istediğim birkaç bir şey var sanırım. Öyle bir şey ki, "Umarım bunu okur." demekten başka çarem yok. Aslında benim diyeceğim bir şey yok. Bütün kızlar ( Hadi bütün demeyeyim aradan fırlayıp "Yoo, ben böyle değilim kiii." diyen tipler çıkar elbet. ) ve bütün ("Hadi lan ! Ben yumuşak mıyım ? :D:ASAS:FAF:DAD" diyen erkeklerimiz de çıkacaktır. Hadi onlara da bütün demeyelim.) erkekler açısından söyleyeceğim 


Şimdi şöyle bir durumumuz var. Biz ayrılırsak eğer, yine biz üzülürüz. Saçma ama yine biz inat yaparız. Belki günlerce, haftalarca, aylarca ve hatta yıllarca. Yaparız olum biz. Kızız manyağız çünkü. Siz ayrılırsınız yine biz inat yaparız. Sizin en ufak ettiğiniz lafa alınır, oturur saatlerce ağlarız. Haftalarca gözümüze uyku girmez. Hep sizi düşünürüz lan biz. Çaktırmayız ama. Çünkü bunu siz öğrenirseniz hoşunuza gider ve mutlu olursunuz. Elbetteki biz sizin mutlu olmanızı isteriz, ama bizimleyken. Kıskanırız sizi. "Ahh o kızla konuşuyor, aah bu kıza tweet atmış, yok öyle yapmış." falan filan. Biz değişik olabiliriz çoğu kez. Ama biz asla kendimizi ele vermeyiz. Güçlüyüz çünkü biz. Sizsiz de yapabiliriz. Size ihtiyacımız yok. Amacımız bunu kanıtlamaktır belki çoğu zaman. Bazen de sizi terslemek zorunda kalırız. Size kendimizi kanıtlamak için. "Bak ben sensiz de yapabiliyorum !" diye. Mesela bizim de canımız yanar. Sizi üzüyoruz diye. Bunu istemezken yapmak zorunda bıraktırıyorsunuz bizi. Çünkü biz sizi sevmezken siz bizi seviyor olabiliyorsunuz. Ve bizi sevince siz üzülüyorsunuz. Bunu engellemek, kendimizden soğutmak için elimizden gelen her şeyi yaparız. Mesela şöyle bir durumda var. Bu herkes için geçerli. İnsanlara yasak olan, imkansız olan, en uç olan daha cazip gelir. Eğer herhangi bir şey bize yasaklıysa o şey bize cazip gelir. "Ulan bu mu yasak ? Ben bunu kimsenin ruhu duymadan yaparım !" deriz ve yaparız. Ama sonunda sürükleneceğimiz uçurumu farkında bile olmayız. Biz kızlar böyleyiz çoğu zaman. Çoğu erkek "O kız, yapamaz." dediği için ya da "O kız çocuğu nasıl yapsın?" diye tepkiler gördüğümüzden kendimizi kanıtlama ihtiyacımız doğar. Bu bazen Twitterdaki takipçi sayımızdır bazen Facebookta fotoğrafımıza gelen beğeni sayısıdır bazen de Ask.fm deki soru sayısı da olabilir gayet tabii. Biz bunları düşünerek yapmayız. Yaptıktan sonra bunları düşünürüz. Bir tür refleks gibi bizim için bunları yapmak. "Twitter ve Ask.fm adresimi Facete paylaşayım, sonra da Facebook ile Ask.fm i Twitterda paylaşırım. " gibi. Ama zaman geçtiyse işiniz var. Çünkü biz güçlüyüz. Arada sırada ağlama krizlerine girsek de güçlüyüz biz. Sizi sevmeyi unutabilecek kadar güçlüyüz, sizi değil. "Oha şu çocuk çok yakışıklı !" derken bile aklımıza siz gelirsiniz. Bazen "Ne yapıyorum ya ben ? Onunla olmam lazım."  dediğimizde olur. Bazen de öfkeleniriz. "O benden başka kimsenin olamaz !" deriz. "Unuttum ben onu ya, o şerefsiz de kim ?" diye arkanızdan konuşuruz. Pişman oluruz sonra. Sizi üzmek istemeyiz. Ama bizi sevmek size acı verir. Ve biz, kendimizden soğutmak zorunda olduğumuz için sizi tersleriz, kalbinizi kırarız bazen. (Ki hepimiz özür dilemeye de hazırızdır. (Ki ben özür de dilerim. Hem de çok.) Ama bazen de inada bindiririz işi. Çünkü kendimizi size de kanıtlamak isteriz. "Bak ben sensiz de iyiyim, mutluyum." dedirtme isteği. Ama görünürde belki. Belki de cidden içimizden geçenler. Ne bileyim ya bir garibiz işte. Ama şöyle de bir durum var. Eğer siz bizi üzdüyseniz bu okuduklarınızı boşuna okudunuz. Unutun hepsini. Çünkü bir kızın öfkesinden daha kırıcı ve daha kötü bir şey olamaz. 



Hep kızlar da kızlar. yazık değil mi erkeklere ? Bir erkek gibi düşünmek zor olacak belki ama onları da düşünmek zorundayım. Okuyun şunu kızlar :* Erkekler şöyle erkekler böyle. Bizim de duygularımız var. "Erkekler zaten odun onlar bir şeyden anlamaz."  Niye ? Biz insan değil miyiz ? Biz de ağlarız. Ağlayabiliriz. "Erkekler ağlamaz." diye ortaya atılan bir saçmalık var. Yalan. (Ben çok gördüm ağlayan erkek.) Bizim de duygularımız var sonuçta. Biz, sevdik mi tam seviyoruz. Bağlanıyoruz. Hayaller kuruyoruz. Ve biz hiç bitmesin istiyoruz. Evlenelim dizi dizi çocuklarımız olsun istiyoruz. Bir kere bulmuşken bizim için doğru olanı hiç gitmesin istiyoruz. Çünkü siz, bize iyi geliyorsunuz. Bazen yanlış şeyler yapmamızı bile engellediğiniz oluyor. Bazen size yalan söylüyoruz çünkü kıskanırsıız ve yanlış düşünürsünüz. Oysa ki sizin gibi bizim de sadece arkadaşlarımız var. İçlerinden asla yan gözle bakmayacağımız arkadaşlarımız vardır. Biz sizi deli gibi kıskanırız ! Çünkü siz, bizimsiniz. Diğer erkeklerin size yan gözle bakması şu dünyada isteyeceğimiz en son şey olur. Bu yüzden sizi kıskanırız. Çok sevdiğimizden. Siz bunun çoğu kez güvenle alakası olduğunu sanarsınız. Alakası yoktur. Biz size güveniriz. Ama erkeklere güvenmeyiz. Çünkü biz de erkeğiz. Ve nasıl düşündüğümüzü biliyoruz. Şöyle bir durum daha var, biz sizi terk ederiz. Çünkü başka bir kız olabilir ya da gerçekten sizin davranışlarınızdan çok sıkılmışızdır. Yapmanızı istemediğimiz birçok şeyi yapmaktan vazgeçmemişsinizdir. Biz, istemiyoruz ki biz ne dersek o olsun. Sizin de fikirleriniz önemli bizim için. Bana göre doğru olan her ilişki de iki tarafında kendine özgü bir özel hayatı olması gerektiğidir. Erkek arkadaşlarımızla dışarıya çıkıp kız kesmeliyiz bazen, o zaman size de gördüğünüz yakışıklılara "Ohaa !" deme hakkı geçmeli. Eğer biz kız kesmezsek, sizin de çocuklara yakışıklı demeye hakkınız yok. Aslında olay bu kadar basit de değil. Sizin özel hayatınız olmalı tabii . Ama bizim her hareketinizden haberimiz olmalı. Neredesiniz, ne yapıyorsunuz ve kimlerlesiniz. Bunları bildiğimiz sürece bizim için de sorun olmaz ki. Ama biraz anlayış gösterseniz ne olur sanki. Hem bize atılan "ODUN" sıfatı da doğru değil. Hepiniz biliyorsunuz ki biz, romantik olmak isteyince bunu gayet iyi başarırız. Biliyorsunuz, sanki hiçbirimiz size uzun bir "İyi geceler !" mesajı atmadık. Size "Seni seviyorum." derken gözlerimizin içi parladı kimi zaman. Ve biz sizi başkalarıyla görmeye dayanamayız. Sizi seviyoruz lan biz. Ama şöyle bir durum var bizde de. Siz bizi terk ettikten sonra da boş durmayız. Her önümüze gelene çıkma teklifi eder, yavşarız. Belki sizi unutmak için belki de başka ihtiyaçlardan dolayı. Ama gece başımızı yastığa koyduğumuzda aklımıza gelirsiniz. Daha sonra sizi özlemeye başlarız. Çünkü karşılaştığımız, yazdığımız hiçbir kız sizin gibi olmamıştır. Olmayacaktır da. Size mesaj atmaya karar veririz ve siz bizi terslersiniz. Cidden aşık olan erkek, pes etmez. Aşık olduğu halde pes edene de erkek demeyiz zaten. 

Hepsi bu kadar :)) 

11 Temmuz 2013 Perşembe

Güçsüz Kokarca'dan Birkaç Akla Takılası Terim


RESİM GÖZÜNÜ KORKUTMASIN ! 

AŞK 
Geceler değildir canımızı yakan. Gece düşündüklerimizdir. Ve hiçbirimiz çektiğimiz acıyı hatırlamayız, acı çektiğimizi hatırlarız. Ve bu yüzdendir "Sessiz Çığlıklar"ımız. Üzgünüm ama aşk, imkansızlıktır. Yalnızlıktır... Asla aşık olduğun biri sana aşık değildir. Veya sana aşık olan birine aşık olmazsın. Aşk, adaletsizliktir. Bir taraf her zaman daha çok sever. Kaybediştir aşk. "Sessiz Çığlıklar"ımızdır gecenin bitmek bilmeyen uçsuz bucaksız derin kuyusunda yankılanan. Hiçbirimiz aşık olduğumuzu hatırlamayız. O duyguyu aşık olmadan bir daha hatırlayamayız. Aşık olduğumuzu hatırlarız. O duyguyu değil. Hiçbirimiz tanımadığımız birine aşık olamayız. Aşk, ruhtur. Hoşlanma dış görünüştür. Aşk, ruhun giydiği en güzel kıyafetleridir. Sevgi ile farklıdır ama. Nefretle zıt olduğunu düşünen varsa şimdi sağ üstteki çarpı tuşuna basabilir mi hemen ? Lütfen..

SİNİR 

1 2 3.. 1 2 3.. Bir (i)ki üç.. Bir (i)ki üç.. Nefes al, nefes ver. Kontrol senin elinde olsun bırak. Kimsenin seni üzmesine izin verme. Üzülmenin başka bir boyutudur sinir, sinirlenme. Sakin ol biraz. Bırak, kontrol senin elinde olsun. İnsanlar seni kızdırmak için her boku yerler. Onlara istedikleri şeyi verme. Hırslı ol ! Kimseyi kızdırma demiyorum, kimseyi üzme diyorum. Kızdırmak eğlencelidir. Bu yüzden insanlar kızdırmayı sever. Ama üzmek... Üzmek öyle değil. İnsanları kırmak zevk vermez. Vermemeli. Veriyorsa da camını aç aşağıya atla. Bir dakika bile düşünme. Ölümün kölesi olmuşsun zaten. Sinir, kalbinin yanmasıdır. Kazık yemektir. Gözyaşıdır kimi zaman, kimi zaman edilen birkaç basit küfürdür. 

ÖZLEM 

Hayattaysanız ve eğer yaşıyorsanız, mutlaka özlediğiniz bir şeyler vardır. kendinize bile itiraf edemezsiniz biliyorum o yüzden küçük yazdın korkmayın buraya yazılanlar aramızda kalıyor. Belki özlediğiniz anılarınız vardır. Belki çocukluğunuz. Belki eski sevgiliniz. Belki yıllanmış şaraplarınız. Belki terk edip gittiklerinizden özledikleriniz vardır. Hay hay, ben bunları bilemem. Tahmin edebilirim ancak. Özlem çok boktandır aslında. Bir daha asla ulaşamayacağınız şeyleri özler durursunuz. Belki de ulaşabileceğiniz şeylerdir. Ama yine de zaman denilen şu lanet vardır başınızda. Beklemek, özlerken canınızı yakar. Akrep ile yelkovan her dakikayı usul usul işler saatine. Beklemek yakar canınızı özlemek değil. Özlemek boktan olduğu kadar da güzeldir çünkü. Özlemek hafızanızı tazeler. İster istemez sahip olduğunuz geçmişe dair bütün anılarınızı gece tavana yansıttığınız o perdeden izlersiniz. Özlemek canınızı yakmaz. "Ne günlerdi !" diye düşündüğünüz hiçbir şey sizin canınızı yakamaz. Özlemek güz...boktandır işte. 

HÜZÜN 

Sağ olsun kimi geceler hiç eksik olmaz yanımızdan. Gözyaşlarımız akıp gider. Yanağımızdan akıp giderken gözyaşlarımız, biz ne yapacağımızı bilmeden sadece ağlamaya devam ederiz. Ne kadar acıtsa da canımızı yapmaktan vazgeçemeyeceğimiz şeyler vardır. Hüzünlenmek gibi. Ne olacağını biliriz hep sonunda. Ağlayacağızdır işte. Daha net olabilir ki ? Sonunu bile bile bir sinemada filme gitmek gibidir hüzünlenmek. Her zaman ağlar mıyız sonunda ? Hayır hayır hayır ! Yanlış anlaşılmak istemem. Hiç ağlamayan bir insan ağlaya da bilir, hep ağlayan bir insan da tatlı tatlı gülümseyebilir sonunda. Bu son bir son değildir !  Hayat devam ettiği sürece, bize eşlik edecek olan çok duygumuz vardır. Hüzün yalnızca biri... 

NEFRET 

Kimi zaman bir kişiye karşı beslenilen, kimi zaman bir şeye karşı duyulan... Neyse tanımını geçelim. Neden nefret ederiz ? Ya da nefret edince elimize ne geçiyor. Şahsen ben kimsenin eski sevgilisini sevdiğini düşünmüyorum. Aşk, hırs işidir. Hırslanan insanlar nefret eder. Çünkü o kadar çok hırs vardır ki hayatlarında onların hedeflerine ulaşmalarına engel olan ne varsa ondan nefret ederler. Bu kimi zaman sevdiğin insanla arana giren lanet bir kızdır, kimi zaman başarıya ulaşmak için mücadele etmeniz gerek bilmem kaç milyon rakibinizdir. Aşk üzerinden nefretten gitmek istiyorum sanırım. Neyse. Birine aşık olursunuz. Aşık olduğunuz kişi de zor ama size aşık olur. Ya da zamanla olur işte. Ne bileyim bulunur herhalde bir yolu. Sonra sizi terk eder. "Bunu nasıl yapar ?" diye içten içe hırslanırsınız. Farkında olmadan. Ona aşıkken bile içten içe bu hırsı besler, büyütürsünüz içinde. "O benim ! Benden başka kimseyle olamaz. Yalnız ben olmalıyım onun hayatında !" içten içe hırstır bu. ama halk arasında bilinen adı kıskançlıktır. Böylece KISKANÇLIK tanımını yapmış olduk.Kimseyi istemezsiniz bir kere nefret ettikten sonra. Ama en kötüsü şüphesiz, kendinizden nefret etmeye başladığınız o andır.

SEVGİ 

Sevgi, iki kelimenin çok daha ötesinde yaşanması gereken bir duygu. "Seni seviyorum, ben de seni." hoppa hüüp tamam topla abi gel sağa yanaş... Bu kadar kolay değil. Olmamalı. Şimdilerde çok basitleştirelen bir duygu bence sevgi. Bu kadar kolay olmaması gereken bir duygu. Her önümüze çıkana "Seni seviyorum." deyip basitleştirilmemesi gereken bir duygu. Bu duygunun altına saklayabileceğimiz çok şey oluyor. Mesela "Canımı yakıyor ama olsun yine de ben onu seviyorum." Ulan olsunu mu var işin ? Herif ya da kadın ağzına sıçacak duygularını mahvedecek "Olsun, seviyorum" mu diyeceksin ? Mal mısın evladım sen ? Bir anlayamadınız gitti. Hayatta hiçbir şey kendimizden önemli değil. Bencillik mi ? Hayır değil. Sevdiğin bir insanı düşünürsün öyle değil mi ? Onun iyiliğini istersin ? Hiçbir art niyet olmadan... Sadece onun iyiliğini düşünürsün. O halde neden kendininkini de düşünmüyorsun ? Bencillik değil bu. Bence herkesin yapması gerek hatta. Sevmek, ilk kendini sevmekle başlar çünkü. Kendini sevmeden başka insanları sevemezsin. Kendinini sevmezsen başka insanlar seni sevmez. 

KARPUZ 

Ay canım çekti. Konu dışı ama ne yapayayım. Olsa da yesek ya. Yazın iyi gider. Neyse devam edelim. 

YAŞAM

Yaşamımız boyunca etrafımızdaki insanları üzmemek kırmamak isteriz. Kendimizi düşünmeyiz çoğu zaman. Bizim dışımızda herkesi mutlu etmek gibi bir uğraşımız olduğu için kendimiz kimi zaman hatta çoğu zaman mutsuz oluruz. Bu böyle olmak zorunda elbette ki değil. Kendimizi mutlu ederken başka insanları da mutlu etmeyi öğrendiğimizde yaşamayı öğreneceğiz. Ve ben o zaman yazacağım buraya.

ÖLÜM

Kendine iyi bak.

O Kadar Çok Aptal Var Ki !

Hafif bir nefret...


Yaşamaya değmeyecek o kadar çok şey var ki ! O kadar çok aptal var ki şu hayatta yaşamak her geçen dakika biraz daha anlamsızlaşıyor. Ne insanlar var, insan demeye bin şahit gerektiren. Zengin sürtükler keşke bir o kadar da akılla olsalar. Gülmeyi unutmuş o kadar çok hayvan var ki ! Gülmüyorlar, anırıyorlar. Çoğu götünü başını açıp iki makyaj yapınca güzel olduklarını sanıyorlar. Hepinizin canı cehenneme iki bacaklı aptallar ! O kadar saçma şeylerle uğraşıyorsunuz ki hayatı her dakika daha da anlamsız kılıyorsunuz. Niye yaşıyorsunuz ? Daha doğrusu Allah sizin gibileri niye yarattı ? Anlamsız gelen her şeyden birkaçı bile mi mantıklı gelmez sizin gibilere ? Yazık, kendinizi basit kılmışsınız. Yazık, kendi kendinizi günahlara sokmuşsunuz bir bir... Neyse sizin için yazamam. Hayat kadar boş mu kafanızın içi, yoksa kafanız daha mı boş ? Anlamınızı zor kılacak çok şey var ama üzgünüm, Tanrı oros*uları sevmez. Hadi size iyi ölmeler...

9 Temmuz 2013 Salı

Yıkım

Çok hafif hafif hissediyordu rüzgarın onu narince okşayışını... Bu okşayış ki ruhuna kadar uzanıyordu sanki. Bu okşayış ki taa eski zamanların yorgunluğunu, ruhunun derinliklerinden kazımak içindi. Bu okşayış ki  ona güç verirken geçmişi unutmasına yardım ediyordu. Rüzgar onu hafif hafif okşamaya devam ederken sigarasının dumanı yavaşça havada süzülüyordu. Sessizlik hakimdi şehre. Kimilerin yalnızlığı, kimilerin kırgınlığı, kimilerinin yıkımı hakimdi şehre... Gözlerinin altında uykusuzluktan oluşan küçük torbalarla ne kadar sevimli görünebilirse bir insan o da o kadar sevimliydi. Uzun zamandır aynı ruh halindeydi. Uzun zamandır hep aynı hissediyordu. Uzun zamandır iyi değildi. Bunu kendinden başka kimse bilmiyordu.Çünkü hem iyi rol yapıyordu hem de anlatmaya çalıştığı birkaç kişi onu önemsememişti bile. Anlattığı insanlar "Her zamanki bizim Leyla işte." deyip geçiştiriyordu. Bunu o da farkındaydı. Ama insanların onu önemsememesini önemsemiyordu. Biliyordu hepsinin işi bir gün düşecekti ona. Ve o yine aynı hatayı yapacaktı. Yine daha sonra onu kimsenin önemsemeyeceğini bile bile hepsinin derdini kendi derdi gibi dinleyecek, hepsine akıl verecek ve gece başını yastığa koyduğunda kendi ile hesaplaşacaktı. Kendi sorunları ve kendi dünyası vardı. Kimse umursamıyordu ama vardı işte. Kimse önemsemiyordu belki ama kendine göre vardı işte. Sigara içmek onu rahatlatıyor muydu ? Belki de. Bir dumanın daha havaya dağılışını, havaya sevişircesine karıştığını izledi. Rüzgar eserken, üzerindeki dizlerinin biraz üzerindeki, siyah, o narin belini nazikçe" saran siyah üzerine hafif kırmızı desenli bezden kemeri ise vücudunun bütün güzelliğini "Ben buradayım." dercesine ortaya çıkarıyordu. Hayır hayır amacı bu değildi. Kendini göstermek gibi bir amacı asla olmamıştı. Olmayacaktı da. Herkesin diline destan olmuş bir gülümseyişi vardı zaten. Kendini kimseye ispat etmek veya göstermek değildi amacı. Ayaklarındaki topuk ve platform kısmı kırmızı kendisi siyah olan yüksek topuklu ayakkabıları o bezden kemerine ne kadar uyum sağlıyordu... Eksik bir şeyler vardı işte. Lanet okuduğu eksik kalan bir şeyler vardı işte. Neydi peki bu ? Bütün şehir ayaklarının altındaydı işte. Ne eksik olabilirdi ki ? Kendi eksik olabilirdi anca. Evet sorun buydu. Dışarıdan gördüğü manzaraya kendi eksikti. Bu manzaraya dahil olmak için ruhunu ikiye bile bölebilirdi. Bu manzaraya dahil olabilmek için şeytana ruhunu emdirebilirdi. Çok sert olmadan. Yumuşak hareketlerle. Sigarası bitiyordu. Manzaraya iyice baktı. İçine çekti onu. Kafatasının en ücra köşelerine kadar bu manzarayı kazıdı. İleride bir gün bu manzaraya dahil olacaktı ! Evet, evet mutlaka olacaktı. Biraz düşündü. Ama nasıl ? Sigarası bitti. İki parmağının arasından süzülen sigara rüzgarın etkisiyle salına salına sonbahardaki yapraklar gibi yere düştü. Küçük küçücük bir kırmızılık... Üstüne basarak olabilecek felaketleri önledi. Bu teras katında sigara içmek ona mutluluk veriyordu. Bütün şehri izlerken özellikle. (HOŞ GELDİN SEVGİLİM !)
Hayır ! Vakit geç olmuştu. Terasa -hoş ona göre cennete- açılan kapıdan gerigirmek ona işkence gibi de gelse başını hafif eğerek alçakta kalan kapıdan geçti. İçerideydi. Mutlu gibiydi sanki. Şehirde o kadar çok şeyini kaybetmişti...  Tek kaybedemediği şüphesiz içine attığı o sonu olmayan dertleri ve sıkıntılarıydı. evet, şu kimsenin bilmediği şeyler. (Merak ettim şimdi, neydi ki acaba ?) Gecenin karanlığı şehrin aydınlığını örtmek için yetersiz kalıyor ve şehir geceyi kahkahalarıyla bölüyordu. "HAY ALLAHIN CEZASI YA !" Eli kesilmişti. Kanı bembeyaz zeminlerde yılanın hareketlerini taklit edermişçesine yayılıyordu. "Ahh!" canı acımıştı. Ruhu değil, canı. En azından bu onu anca mutsuz edebilmişti. Ruhunun acıları ona daha çok ilham verirdi. BAŞKA BİR YOLU OLMALI. Kanayan eli ona acı veriyordu. Zar zor adımlarla ecza dolabından bir şeyler aldı. Ve bir koltuğa oturdu. Kimsesizdi. Kalabalıkta yalnızdı. Hepimiz gibi. O bizden biri. Hepimiz gibi. Yaşamaya çalışıyor. Çırpınıyor. ama içten içe yıkılıyor. İçten içe sönüyor. ve bunu o da biliyor, hissediyor ve farkında. Bu farkındalık umrunda bile değil. O sadece ölmek istiyor. Eline pansuman yaptı. Sardı sarmaladı yarasını. Ah bir de kalbine yapabilseydi aynı şeyi. Beyaz zeminde hala kan izleri duruyordu. Bu cehennem onun küçük ofisiydi. Ve ofisinden cennete adım atabiliyordu. Bu minicik yerde bir bok yaptığı yoktu. Kapısında dandik bir "Avukat" tabelası vardı. Kimse bu tabelayı umursayıp yukarı çıkma zahmetinde bulunmazdı. O da uzadıkça uzayan saçma sapan nedenlerden dolayı açılmış davalarıyla ilgileniyordu bütün gün. Evi ile iş yeri aynıydı. Arka odada bir yatağı vardı hatta. Başını yastığına koyduğunda uyuyamadığı o lanet yatağı. Mutlu insanlar hemen uyuyabilir, yatak odasında sigara içilmez. Hergün hergün aynı bok. Geceleri severdi. Biran önce yatağa girmek istediğini fark etti. Şehrin sesleri yatarken bile kulağına geliyordu. Kırmızı, yaylarla birlikte hareket eden o tramvayın sesi kulağını okşuyordu. Şehir adeta ona masal okuyordu. Terastan gelen sesler duyduğuna yemin edebilirdi. Hemen fırladı ve terasa çıktı. Ona doğru bakan iki göz göreceğine emindi. Başını yine eğerek cennete girdi. Ve evet ona bakan iki göz vardı. 

-Kimsin sen ?! 

-Benim...
-Sen ? 
-Benim, sen ! 
-Bu mümkün değil ! Kimsin sen ?! 
-Senim ! 
-Bu imkans...
-Değil ! Ben senin şeytanınım... O içinde beslediğin küçük yumurcak benim ! Beni seviyordun hani ne oldu ?! benimle yüzleşmek mi incitti seni ?! Ne sanıyorsun sen kendini ?! 
-Defooooool ! 
-Ben senim ! Gidersem ölürsün. 
-Durma ! 
-Ne bok yiyeceksin ben olmazsam ?! 
-İMDAAAAAAAAT 
-Seni kimse duyamaz.
-Aaaaaaaaaaaaa ! 
-Boşuna çırpınma yıkılıyorsun...
-YARDIM EDİN ! tfen...
-Öleceksin ! 
-İstemiyorum ! 

Boğazına yapışmış iki el hissetti. O, onu itiyordu. O da onu. Çırpındı. Hayatı için son kez savaşmak istedi. İMDAT ! Duyan yok... Kendiyle savaşıyordu. Çığlıklar atarak ellerini saçlarına geçirip geçirip çekiyordu. Çığlık çığlığa bütün şehri inletiyordu. Ama kimse oralı değildi .Gözyaşları süzülüyordu. Rüzgar canını yakıyordu... İMDA......

5 Temmuz 2013 Cuma

Cızırtılı Karanlık

Sevgisiz melekler için...


AKŞAM
Yürüyordu. Saçları çok nadir uğruyordu ensesine,omuz başlarına. Gözleri yağmurdan başka hiç 
kimseyi görmüyordu. Yorgundu. Yaşamaktan yorulmuştu. Hayat onu yorgun kılmıştı. O sadece mutlu olmak istiyordu, tek dileği cidden buydu. İki tarafta sonsuza uzanan iki sıra kaldırım...İki sonsuzluğu dolduran, sonsuz bir yol... İşte o sonsuz yolda yürüyordu o da. "Bütün sokak lambaları sarı olmalı. Sonbaharda en uyumlu olanı bunlar." diye düşündü. Haklıydı, beyaz bir melek sarı meleği çirkin gösterebilirdi. Ayakkabılarının çıkardığı tık tık tık sesine bile aldırış etmiyordu. Üzerinde "kırmızı palto"su. Emin adımlarla yürüyordu. Mutsuz muydu mutlu muydu bilemiyordu. Yorgundu sadece. Tek bildiği buydu. Bunu diğer insanların bilmesine gerek yoktu. Saçlarını ensesine ve omuz başlarına değdirmemeye özen göstererek, omuzları dik ve kendinden emin bir şekilde yürüyordu. Neşeli insanların mutsuz olduğu nerede görülmüş ? O çok sevilen gülüşü kendinden söz ettirirdi hep. Herkes gülmenin ona yakıştığını söylerdi. O da bunu bilirdi. Sırf bu yüzden güldüğü bile olmuştu. Arada sırada söyleniyordu, sonsuzluğunu süsleyen ağaçlara, kendisine, hayata. O kadar saçma geliyordu ki her şey ona. Sonsuzluktan evine vardı. İki katlı , bahçeli güzel bir evde yaşıyordu. Her şeyi bir düzen ve uyum içindeydi. Evinin renkleri bile insanı ahengiyle büyüleyebilirdi. Hafif gri tonlarında duvarları, beyaz mobilyaları ve siyah ev eşyaları. İç bunaltıcı mı ?! Hayır ! Aksine ruhu besleyen bir huzur vardı. Çünkü bütün bu renkler tam kararındaydı. Evinin duvarlarında hatıralarının aynası olan fotoğrafları vardı. Paltosunu çıkarttı. Ve yerine astı. Ayakkabılarını çıkardı, yerine koydu. Ahengi bozmak istemezdi. Usul adımlarla üst kattaki odasına çıktı. üzerine rahat şeyler giydi. Saçlarını topuz yaptı. En sevdiği şarkıyı mırıldanarak (Şimdi herkes kendi en sevdiğim şarkıyı düşünsün!) merdivenleri inip mutfağa geçti. Aç değildi. Morali bozuktu ve iştahı da yoktu. En sevdiği yemeği pişirdi. (Şimdi herkes en sevdiği yemeği düşünsün!) Altını kapatıp ocakta bıraktı. Salona geçip laptopunu kucağına aldı. Bir iki siteye bakınıp çıktı. Laptopu bir kenara bırakıp koltuğa uzanıp, gözlerini tavana dikti. (Hayır ! Tavan için abartmalı bir tanım yapmayacağım ! Hepimizin her gece baktığı beyaz boş tavan işte !)  Hayat onu niye bu kadar yormuştu ? Yalnızdı, her şey ortadaydı. Düşünmekten uykusu gelmişti. Oldukça yorucu bir gün geçirmişti. Yukarı çıktı. Üzerine pijamalarını geçirdi. İki kişilik yatağına uzandı... Ve uyudu. 

SABAH
"Allah kahretsin !" camdan baktığında ağzından dökülen kelimeler bunlar olmuştu. Çünkü gördüğü şey yine aynı gökyüzü yine aynı kuşlar yine aynı güneş...(Bu "yine" ve "aynı" lar bitmez gelin devam edelim.) Her şey çok sıradandı ve o sıradanlıkları hiç sevmezdi. Üzerine siyah bornoz tarzı olan sabahlığını geçirdi. Dilinde yine en sevdiği şarkısı ile aşağıya indi. Evin içinde sigara içmekten nefret ederdi. Ama mutfağı bunun için hep iyi bir yer olmuştu. Mutfaktan kahvesini alıp sigara içmek için bahçesine çıktı. Uzaklara daldı. Öyle boş boş bakıyordu. Tam uzaklara dalmışken "Affedersiniz !" diyen bir sesle irkildi ve "Evet ?" diyebildi. Karşısındaki postacıydı. 

-Baya.. 

-Evet evet o benim !
-Henüz isminizi bile söylemedim...
-Benim bahçemde, bu güzel anımın içine ettiğinize göre bu kadar küstahlık etmeye hakkınız yok.
-Hay aksi ! Şey...Ben...Özü..
-Dilemeyiniz ! Evet, ne gelmiş bana ?
-Bir mektup efendim.
-Ya... Demek öyle... Bir mektup he ! Kimden ?
-Bay...
-Yine mi o i*ne ?! 
-Ama efendim henüz ismini bile söylemedim. 
-Benim bahçemde bu güzel anımın içine etse etse o eder. 
-Peki... Alacak mısınız ? 
- (Sigarasından bir fırt çekerek) Bırak oraya, görmüyor musun ? Meşgulüm..
-Şey... Ama bir de pake...
-Yine ne paketi ya ?! Lanet bir imza çak işte benim adıma. 
-Yapamam efendim.
-Korkak ! 
-Kurallara aykır...
-Kural nedir ? 
-Efendim ? 
-Aykırı olduğun şu körü körüne bağlı olduğun diyorum kural ne ?
-Yazılı...
- (Dumanını adamın üzerine üfleyerek) Ben de yazıyorum. Benim yazdıklarım da kural mı ?
-Ama cümlelerimi bitirmeme izin vermiyorsunuz !!
-Bitirme ! Meraklı değilim seni dinlemeye ! 
-İmza ? 
-At dedik ya ! 
-Ama efendim kura..
-Başlatma kuralına ! 
-Peki efendim.. Bırakıyorum. 

"Bütün anımın içine etti !" diye düşünerek sigarasını yere attı. Mutfağa girerken göz ucuyla dışarıya baktığında postacının hala orada durduğunu gördü. 


-Ne bok yiyorsun sen hâlâ burada ! 

-Ben...
-Git bence de 
-Ama ben konuşmadım bile ! Bu nası...
-Müneccimim ben ! Bak yine yaptım ! 
-Hay aksi ! Ben gidiyor...
-Git dedik ya ! 
-Özü...
-Dileme ! Git hadi ! (Ve bahçesinden salonuna geçti.)

Postacı, klasik mavili postacı kıyafeti, yanına astığı kahverengili çantası ve kafasına taktığı lacivert şapkasıyla işine devam etmek için yola koyuldu. Uzaklaşırken dönüp arkasına bakmaya çekinmişti. Gördüğü o muameleden sonra... Ve ilerledikçe sonsuzluğa karıştı.

ÖĞLEN 
"YETEEER !" Evin içinde yankılanan bu çığlığın sahibi kim olabilirdi ki ? " Yüzsüz yüzsüz 'Günaydın !' mesajı atıyor ya olacak iş değil ! " diye kendi kendine söylendi. Postacının içine ettiği sabah keyfinden sonra yeni bir keyif yapmak için tekrar salondan mutfağa geçti. Burnuna bir koku geldi. Hafif uçuk kaçık bir şey. Dışarıdan geldiğini düşünüp aldırış etmeden devam etti. Kafasını çevirip takvime baktı "8 Temmuz" yazısını gördükten sonra "Hay ananı.........." diyerek devam etti. En azından cumartesiydi. Bu da güzel. Bahçeye çıktı. "Aman be !" Laptopu salonda unutmuştu. Ağır adımlarla salona geçip aldı. Sonra yine mutfaktan bahçeye geçti. Mutfakta bu kez ocaktaki yemek dikkatini çekti. Hala aç değildi. Ve en özenle pişirdiği o en sevdiği yemeği yine oracıkta bırakıp tekrar bahçesine geçti. Ve bahçesindeki iki tane büyük sandalyeden birine oturdu. İki sandalyenin arasına lütfen konulmuş o küçücük masaya da kahvesini koydu. Yine uzaklara daldı. Düşünmesi gereken çok şeyi vardı. Nereden gelmişti ? Nereye gidiyordu ? Artık anlamı yoktu. Yaşaması bile ona anlamsız geliyordu. Ama ölemezdi. Hayır hayır hayır ! Yaşayacak çok şeyi vardı. Bir sigara  yaktı. Halinden mutsuz muydu ? Evet oldukça... Düzelebilir miydi ? Bilmiyordu. En çok canını yakan buydu. Bilmemek. Ne diyeydi bütün bu tantana ? Yaşama savaşı. Yaşam mücadelesi. Çırpınış... Zaman öldürmek için, laptopunu eline aldı ve öyle boş boş birkaç internet sitesinde dolaştı. Hava kararıncaya dek bahçede oturdu. Halinden mutluydu. Yani emin değildi. (Bana ne ben ondan bana ne diye yükleniyorsunuz onun kafasından geçenler.Allah Allah ya !) Ölmeyecekti. Çok erkendi bunun için. Biraz dışarıya çıkmaya karar verdi. Bilemedi. Vazgeçti. Salona gitmekle yetindi.

AKŞAM 
Hala sabahlığıylaydı.

GECE 
"Her Allah'ın günü diğeriyle birebir aynı." diye düşündüğü zaman diliminde nasıl düşünmesi gerektiği bilemedi. Mutlu gibiydi. Mutsuzdu. Ama keyfi yerindeydi. Evet evet ! Tam da buydu. Büyük Ev Ablukada haklıydı. Bu sefer mutsuzdu, ama keyfi yerindeydi. Gecenin karanlığında hiçbir ses onun keyfini bozamazdı. Ha ha ! Onun keyfini bozmaktan kolay ne vardı ki ? Salondaki televizyonunu açıp önüne gelen ilk kanalı izlemeye başladı. Aptal bir dizi vardı. Evet, bu hayatında gördüğü en aptal diziydi kesin. Uykusunun geldiğini anladığında, yukarı çıktı ve pijamalarını giyip yatağına uzandı. 

4.12
Su içmek için kalktı. Dili damağına yapışmıştı. Sanki yıllarda çölde yaşayan birinin suya duyduğu hasreti yaşıyordu. Kalkınca uykusu kaçacaktı biliyordu. Ve buna rağmen kalktı. Hiç duraksamadan mutfağa gitti. Suyunu içti. Mutfaktan cızır cızır sesler geliyordu. Dışarıdan geldiğine güvenerek aldırış etmedi. Mutfakta bıraktığı sigarasını açtı. Çakmağı da tam tezgahın üzerindeydi. Sigarasını iki parmağının arasına yerleştirdi. Ağzına götürdü. Çakmağını aldı diğer eline. Sigarasıyla aynı hizaya getirdi. Ve çakmağını yakt...BOM! O da ne bir gaz kaçağı mı ? Elveda hayat....