29 Kasım 2014 Cumartesi

24 ŞUBAT 2014

 Bırakın bir yandan bu çalsın.




"Bu kaçıncı artık?!" Sahi ya bu kaçıncı sararıp düşen yapraktı? Sayamamıştı. Derdi neydi ki ağaçların yapraklarından? Yürümeye devam etti. Sarı sokak lambalarının aydınlattığı geniş sokakta ilerliyordu. Sessizdi. Aydınlıktı ama sessizdi. Hissedebildiği tek ey iliklerine kadar işeyen soğuktu. Ama mutluydu işte. Ne olursa olsun mutluydu. Hayata dair hep bir umudu vardı. En azından birkaç ay öncesine kadar rahatlıkla kuramıyordu. Şimdi ise içi o kadar rahattı ki. Çok şey yaşamıştı. Eskisi gibi cesur değildi mesela. Yazılarını yazarken bile eskisi gibi cesur değildi. Eve gidip o küçük defterine bir şeyler karalayacaktı her zamanki gibi. Belki bir kahve yapar bir sigara yakar sadece gecenin keyfini çıkarırdı. Tek istediği bin tane anısını canlandıran bu sarı sokak lambalarının aydınlattığı sokaktan bir daha geçmemekti. Bir anı binlerce anıyı sürüklüyordu peşinden. Yine de mutluydu işte. Ne yaşamış olursa olsun mutluydu. Nihayet evine vardığında kapısında onu çok farklı bir şeyin beklediğini bilmiyordu. Apartmana girdi kapıyı açtı. Karşısında, artık hatlarını hatırlamakta zorluk çektiği fakat gördüğü an her ayrıntısını hatırladığı bir yüzü gördü. Lanet olsun, ne yapacaktı şimdi? Sakince merdivenlere yönelmiş ki "Beni burada bırakamazsın." diyen ses, bütün hücrelerinde yankılanmıştı. Hayır, bir insan bin kere aynı hatayı yapmazdı. "İyi akşamlar." deyip sakince merdivenlerin yolunu tuttu. Tanrım, ne oluyordu ona böyle? Başka zaman olsa oturup saatlerce aptal bir adam için saatlerce ağlaması gerekmez miydi? Hayır, bir şekilde zaman bütün yaralarını o farkında olmadan sarmış olmalıydı. İçindeki lanet boşlukta bu yüzden olmalıydı. Unutmak. Çok büyük bir kelimeydi onun için. Herkes için öyle olmalıydı aslında. Tam o anda fısıldadı şeytan kulağına sessizce. "Git yanına." Ha ha! Artık şeytana bile uymuyordu. Ne olmuştu ona böyle? Yirmi bir yaşındaydı. Ve bu yaşta birine bağlanıp kopmuştu işte. Evet, daha çok erkek arkadaşı olabilirdi. o an anlamıştı aslında kendisine küstüğünü. Ayrılalı ne kadar olmuştu? Bir yıl, beş ay, bir ay? "BEN AY, SEN DÜNYA. SENİ SEVMEK BİN AY BELKİ DE ON BİN YIL KADAR." Çok sevdiği bir şairin dizeleriydi bunlar. Not ettiği tek tük şiir dizelerinden biriydi işte. Biranda aklından bütün saçma düşünceleri çıkardı. Bir tane sigara yaktı. Kahvesini koydu. Ve sessizce birkaç şiir dizesi mırıldandı "Yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi!" Cemal Süreya'ydı işte. Yağmur da başlamıştı. Yavaş bir müzik açmanın tam sırasıydı belki de. Camını açtı, yağmur havasını içine çekti. Huzur bu olmalıydı işte. Özlememişti. Hayır hiçbir şeyi özlememişti hayatında. Ve hiçbir şey için pişman değildi belki de. Evde oturmak aptallıktı. Çantasını kaptığı gibi dışarı attı kendini. Yağan yağmura aldırmadan kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek o sarı sokak lambaları ile aydınlanan sokaklardan geçti. Yağmur şiddetini biraz daha arttırınca yakınlardaki bir kafeye girdi. Tam tahmin ettiği gibi bir ortam vardı yine her zamanki kafesinde. Dans ve müzik eksik değildi. Bir yanda tatlı müzik çalarken gençler de dans ediyordu. Sadece çok sıkı tanıdıklarına içki verirdi kafenin sahibi, yani onun yaklaşık on yıllık yakın arkadaşı. O yüzden kimsenin sarhoş gibi bir hali yoktu. Herkes sadece eğlenmek için buradaydı. Aynı kendisi gibi. Arkadaşı da işte orada birkaç gencin yanında durmuş sohbet edip gülüyordu. Onun kendisine baktığını görünce arkadaşı onu uzaktan ve içten bir şekilde selamladı. O da gülümseyip bir masaya geçti. O an gözleri daha önce alışık olduğu sahnede çok yabancı bir tip gördü. Piyanist. Arkadaşı güç bela para ayarlayıp almıştı o elektrikli küçük piyanoyu bu küçük kafeye. Küçük bir grup çalardı her akşam. Piyanoyu daha yeni almıştı. Ve piyanist arıyordu arkadaşı uzun zamandır. bulmuştu demek ki. Yaklaşık bir haftadır uğramıyordu çok normaldi bulmuş olması. İlginç bir şekilde hayatının aşkını bulduğunu hissediyordu. Hayat, mucizelerle doluydu.