25 Aralık 2013 Çarşamba

Şeytandan Satılık Ruh

Geçen sefer konuşmuştuk bu konuyu? Hatırlıyorsun musun? Hatırlamıyorsan önceki yazımda çok uzakta değil. Gel seninle azıcık daha milletin ruhunu çalalım. Sonra en sevdikleri şarkıyı da çalarız. Baştan söyleyeyim öncekilerden çok farklı bu hikaye. Şimdi sessiz ol. Ve kendini buraya bırakıp ruhuna tecavüz et!



"Bu sabahlardan bıktım artık! Sonu olmayan geceye bağlanamayan sabahlardan bıktım artık!" Bu düşünceler her sabah kalktığında aklına mutlaka uğrardı. Ne zaman ki dünya gözünde büyümeye başlamıştı, o zaman vazgeçmişti hayattan. Ruhunu ne zamandır bedeninde hissetmiyordu. Bu duygudan çok sıkılmış olacaktı ki bir gün kendini ağlayarak sokağa attı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bunun bir önemi yoktu da. Dümdüz bir yola atmıştı kendini ve yürümeye başlamıştı. Hafif hafif yağmaya başlayan yağmur da ona eşlik ediyordu. Başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Gecenin karanlığı da sırtını sıvazlıyordu zaten. Canı öyle istediği için bir ara sokağa attı kendini. Gözyaşları dinmeden girdiği bu ara sokakta üstelik gecenin bu saatinde başına bir şey gelmesi çok da anormal olmazdı. Fakat şanslıydı sadece birkaç sarhoş kişi laf atmıştı o kadar. Nedeni bilinmez gözü yağmur damlalarının en güzel şekilde süslediği bir cama takıldı. Camın üzerinde siyah kağıda beyaz kalemle yazılmış bir ilan dikkatini çekti. Özellikle kağıdın siyahın oluşu gece bile olsa dikkat çekebilmeyi başarabiliyordu. "Şeytandan Satılık Ruh" yazıyordu büyük harflerle kağıtta. Fena fikir değildi aslında. Kulağa hoş geliyordu. Dükkanın kapısının üzerinde kocaman bir kilit vardı. Ve haliyle kapı kilitliydi. "Lanet olsun!" diye sövmeden edemedi. Bir amaç için çıkmamıştı dışarıya. Fakat bu ilan oldukça dikkatini çekmişti. Yandaki dükkanın camını tıklattı. İhtiyar bir adam güçlükle hareket edip kapıyı açabilmişti. Ve kızı içeriye almştı. Kız aslında kimsenin gecenin bu saatinde kapıyı açacağına inanmayarak tıklatmıştı dükkan kapısını. Kız şaşkın gözlerle sarı loş ışığın aydınlattığı bu odanın duvarlarına asılmış olan boy boy fotoğraflara baktı. Buranın bir fotoğrafçı olduğuna karar vermişti. Fakat niye gecenin bu saatine kadar açıktı? Dükkan küçük bir odayı andırıyordu. İçeriye doğru uzanan hol ise bir perdeyle kapatılmıştı.

-Bu saatte senin gibi alımlı ve hoş bir kadının bu tenha ara sokakta ne işi var?

Kendisine bakan iki mavi fakat kenarları yaşını son detayına kadar ele veren çizgilerle süslü olan bir çift göze bakarken derin düşüncelere dalarak cevap verdi;
-Hiç.
-Koca bir hiç yüzünden mi ölümü göze aldın?
-Ben zaten ölüyüm?
-Efendim?
-Ruhum öleli çok oldu.
-O yüzden yandaki ilana baktın öyleyse. yandaki tam bir delidir. Her gün farklı bir ilan olur camında. Geçen günde "Ender Rastlanan Kedi Postu Kaplı Gözyaşı Geldi." diye bir ilan yapıştırmıştı.
-Tam aradığım şeyler!
-Anlaşıldı. Bu gece burada kalabilirsin. Ben bütün gece çalışıyorum. Düzenlenmesi gereken çok şeytan fotoğrafı var.
-Efendim?
-İnsan fotoğrafı canım. Geceyi burada geçir. Bu saatte eve gitmen tehlikeli olur. Yandaki ilana bakmıştın değil mi? O deli ancak sabaha gelir. Hadi bakalım. İyice dinlen.
-Ben gitsem iyi olacak.
-Merak etme seni yemem. Bütün gece burada çalışacağım zaten. Sen arka odada uyursun. Deli gelince de uyandırırım seni.
-Pekala
Bunu derken böyle aptal bir teklifi nasıl kabul ettiğine o da çok şaşırmıştı. Fakat etmişti. En azından başına kötü bir şey gelmemiş ve adam onu yandaki şu bahsettiği deli gelince de onu uyandırmıştı. Fakat hala nasıl böyle bir çılgınlık yapmış olduğuna inanamıyordu. Adam onu uyandırır uyandırmaz teşekkür edip yan dükkana geçmişti. Yan dükkan, sabah güneşinin ümitsizce içeri dolup toz parçacıklarının dansını en güzel şekilde sergilemeye el veren, küçük bir dükkandı. İçerideki adam ise dükkana büyük geliyordu ve sanki buraya ait değildi. Duvarlar siyah duvar kağıdıyla kaplıydı. Ortada bir masa ve iki sandalye vardı. Umutsuzca sandalyelerden birine oturan kız toz parçacıklarının dansını izlerken adam da cama doğru yürüyüp siyah kapıda basılı olan ilanı sökmüştü. Eline aldığı ilanı kızın karşısına koydu ve masanın diğer tarafındaki büyük ve görkemli koltuğa oturdu. Oturmasıyla birlikte havada dans eden toz parçacıklarına yenileri katılmıştı.

-Evet?

-İlan için..
-O kadarını anladık. Fiyattan bahsedelim.
-Benim çok param yok ama makul bir şeyle..
-Ha ha! Paradan bahseden oldu mu? Bu işlerde yeni olduğunu anlamıştım.

Adamın söyledikleri kadını korkutmuş da olsa sandalyeden kalkmaya cesaret edememişti. Adam konuşmasını sürdürerek ayağa kalktı ve eline aldığı pembe bir kağıtla cama yürürken ekledi:


-Kaç yaşındasın?

-32.
-Daha gençsin. Bu tür işlerle ne alakan olabilir. Ruhun henüz ölmüş olamaz. Ceplerini karıştır illa ki birkaç parça kırıntı çıkar.
-Hayır, sanmıyorum.

Bunu söylerken ses tonundaki karalılık adamın dikkatini çekmişti. O an kadına dönüp onun gözünün içine bakmıştı. Kadının gözlerinden ruhunun öldüğünü anlamıştı.


-Bak, ben bu işi çok uzun zamandır yapıyorum. Pencereye astığım yeni ilana da baş vuran birçok kişi olacaktır. Kim "Gözyaşı Kanatıcı Gelmiştir." diye bir ilan görüp de ilgilenmez öyle değil mi? Bizim işler birazcık farklı işliyor ama. Şeytanla pazarlık edilmez.

-Ne istiyorsun? Ne olursa yaparım.
-Birini öldürmen gerekiyor.
-Nasıl?!
-Birini öldürüp şeytana bir ruh verirsen, şeytan sana kendi ruhunu verecektir.
-Bu...
-Evet, bu saçmalık. Ona para teklif ettim ama kabul etmedi benim de suçum yok.

Biran o kadar korktuğunu hissetti ki sandalyeyi yıkıp kaçıp gitmek istedi. Fakat yapamadı. Onu bu dükkanda tutan bir şeyler vardı. Ve istemsizce ağzından dökülen cümle sonunda kendi de şaşırdı:


-Kimi öldürmem gerekiyor?


Adam şaşkın gözlerle kadına bakarken:


-Fark etmez. Ancak bu gece yapman gerekiyor.

-Anlaştık.



Sabah altı sularında çıkmıştı dükkanda. Geceye kadar ne yapacaktı. Uzun bir gece olacaktı. Ama geceye kadar yapması gereken çok şey vardı. Öncelikle bir kurban ve silah seçmek zorundaydı. Sonrada cinayetin detaylarını düşünmek zorundaydı. Ya polis onu yakalarsa? Hayatının geri kalanını hapishanede geçirmek istemezdi. Özellikle yıllar sonra kendine bir ruh bulmuşken. Dikkatli olması gerekiyordu. Cinayet silahını kendi kafasında seçti. Bir tabanca alacaktı. En sevdiği alet buydu çünkü. Zaman zaten belirliydi. Mekanı da gece onu ara sokağa sürükleyen o sokağı seçmişti. Tek eksiği bir kurbandı. Onun için aklında kimse yoktu. Gece o sokaktan geçen ilk kişiyi vuracaktı. Düşünceleri yoğunlaşırken yağmurun sesi düşüncelerini bölmüştü. Yürümeye devam etti. Bildiği silah satan bir dükkan yoktu. Sora sora geceye kadar bulmayı ümit ediyordu. Sonunda bulmuştu. Ve içeri girip almak istediği tabancayı söyledi. Ehliyetsiz olmasına rağmen gayet kolay bir şekilde tabancayı almıştı. Ellerine o soğuk metal parçası değince ister istemez içi ürpermiş, kendini hiç olmadığı kadar garip hissetmişti. Bu garipliğin yanı sıra kendini güçlü de hissetmişti. Ve bunu onu oldukça şaşırtmıştı. Tüm bunlara aldırış etmemeye çalışarak tabancayı çantasına attı. Geceye kadar şehrin bütün sokaklarını gezmek, yağmurla sevişmek istiyordu. İstediklerini yaptı. Gece olduğunda kendini o sokakta yağmurla baş başa buldu. "Lanet olsun bütün gece buraya kimse gelmeyecek." diye düşündü. Bunu düşündükten beş dakika sonra bütün sokakta yankılanan bir sesi işitti : Tık tık tık. Bir kadının topuklu ayakkabı sesi olduğu çok belliydi. 


-Hanımefendi? 

-Evet, ne vardı?
-Bir şey sorabilir miyim?
-Çok zamanım yok, acelem var. 
-Sadece bir soru.
-Pekala
-Ölümden korkar mısınız? 
-Kim korkmaz ki? 

Bütün sokakta yankılanan kuşları girdikleri yuvalarından geceye uçuran, yağmurun içinden gecen bir el kurşun sesi. Arkasından bir kadın çığlığı. Garip ilanların asıldığı dükkana büyük gelen adam, dışarı çıktı. Kadına ne olduğunu sordu. Yerde yatan kadın cesedini görmezden gelerek. "Bu kadın bana ölümden korkup korkmadığımı soru ve sonra çantasından bir silah çıkartıp kendisini vurdu!" Sorun değil bayan. Adam el çabukluğu ile çıkardığı tabancasıyla kadını tam kalbinden vurdu. Bu sefer gecenin sessizliğinin bölünmesine alışan kuşlar tepki vermedi. Yağmur, suyuna karışan kanlara alıştığı için bölünmeye teşebbüs bile etmedi. Adam "Şeytan buna çok sevinecek!" diye düşündü. Ve her gün garip ilanlarını astığı o dükkana iki kadın cesedini en güzel şekilde götürüp, en güzel şekilde şeytana satmaya hazırladı. 

Ve fısıldadı şeytan ; İnsanlar, hepiniz aynısınız! 

8 Aralık 2013 Pazar

Kapısı Aralık Kalan Aralık Ayı

Biten aşklar morgunda soğuk bir akşamdı. Bu ölüm çok tanıdıktı. 
110 - Geri Dönme 



Yalnızlığını da koynuna alıp benimle uyumaya var mısın bu gece? "Şeytandan satılık ruh" diye bir ilan görsen ilgini çeker mi? Peki ya "Şeytanın Gözyaşları" diye bir başlık görsen bu hikayeyi okur musun? Hadi gel bu kez seninle bir çılgınlık yapalım, var mısın? Şu her gece aklına gelen kızı\adamı öldürelim. Ne dersin? Eğer cevabın kıyamamsa yapman gereken sağ üsteki sevimli çarpıcığa basmak. Ama yok ben varım dünde razıyım gibilerinden bir şeyse cevabın, en ayrıntısına kadar kusursuz bir cinayet nasıl olmalı seninle bunu konuşalım. Baktık ki çıkış yolu bulamıyoruz kiralık katil tutarız. Paran yoksa da ruhlarımızı satarız tefeciye? Senin niyetin beni öldürmekse de bunu bıçakla yapamazsın kankim be. Al eline hakikatlisinden bir tabanca ruhuma ateş et sıkıyorsa. Geceye ateş et! Yağmura ateş et! Ay'a ateş et! Yıldızlara ateş et! Çok mu zor hayat? Bak ne demiş İskender abimiz : "Ruhuma iyi bakın ben mühim değilim." Çok mu dalgacıyım? Siktir lan. Hepimiz böyleyiz. İnsanlık var olduğundan beri bu böyle. Kimin ne yaşadığını bilmeden eleştir anca. Hayatın güzelliğine bakar mısın? Oturuyorsun ve yargılıyorsun, eleştiriyorsun. Senin de gözlerin çok çirkin işte. Bu yazıyı okudukları için çirkinler ama. Yoksa ne demiş şair : "Sen şimdi kalkıp gidiyorsun ya,git.\Gözlerin durur mu? Onlar da gidiyorlar.\ Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin. Ah ulan Cemal Süreya! Dua et en sevdiğim şair sensin. Yoksa kabrinde ters çevirmiştim seni beddualarımla. Dert değil. Sahi Cemal, senin ruhuna da bakmıştı Zühal? Konu nereden sana geldi be üstad? Seni geçsek ve bana gelsek? Yok yok bana hiç gelmeyelim ya. İşin içinden çıkamayız. Bazen bazı şeyler ters gider. Bazen her şey çok yolunda gider. Aslında benim hiçbir şeyim tam anlamıyla yolunda gitmedi. Neyse konumuz hayatın orospuluklarına gelecekse kapatıp bu Blog'u gideyim. Uzatmaları oynayan aralık ayından nefret ediyorum. Bir de TEMMUZ ile AĞUSTOS aylarından nefret ediyorum. Senden edemiyorum anasını satayım ya. Umurumda olmamasının isteyip her gün her dakika her saniye düşündüğüm o kadar çok şey var ki buraya yazsam bu Blog dolar taşar herhalde. Canım aralıkta hiç yazmak istemiyor. Ama bir tek sayı. Ve benim iğrenç inançlarım var. Tek sayılardan nefret ediyorum. Aralıkta çok yazacağımı da biliyorum. Ama taslak olarak kaydet diye bir buton var burada. Ona tıklayacağım. 
Her ne boksa. 
Kendinize iyi bakmayın ki yazdıklarım iyi gelsin. Güzel bir aralık ayı geçirmenizi dilemem. Havalar soğuk. Hasta olup benim sinirimi bozmayın. Öyle soğuk diye sevgilinize falan da sarılmayın. Ayrılacaksınız. Hadi kaçtım. 

30 Kasım 2013 Cumartesi

Vedaları Sevmiyorum

-Karanlık.
-Ne o korkuyor musun?
-Evet..
-Ben yanındayım ama.
-Sessiz.
-Daha güzel değil mi?
-Değil.
-Peki öyleyse.
-Soğuk.
-Kışı sevdiğini sanırdım.
-Yazlardan nefret ederim.
-Kışları seviyorsun öyleyse işte.
-Kıştan nefret ederim.
-İlkbahar?
-Benim baharlarım hep son oldu. Biliyor musun bu da seninle geçireceğim son bahar.
-Anlamadım?
-Bitti..
-Ama..
-Git artık.

İlk defa kendinden bu kadar emin olarak konuşma yapmıştı. Ve ilk defa kendi ayaklarının üzerinde durabildiğini hissetmişti. Onu çok sevmişti belki ama engeller vardı işte. Hep nefret ettiği aşılması zor olan hatta aşılamayacak olan engeller. Vedaları sevmezdi. Fakat zorundaydı. Bütün bunları düşünürken sanki akrep yelkovanla ahenkle dans ediyordu. Sanki hiçbir şeyin anlamı yoktu. Sanki her şey bugünden sonra anlamsızlaşmıştı onun için. Ne yapacaktı bundan sonra? Onsuz nasıl devam edecekti sözde herkesin iyi bildiği şu hayata? Ailesinden mi destek alacaktı? Ha ha! Ailesi onu siklemiyordu bile. Bütün bunları düşünürken gözyaşlarını göz pınarlarında hapsetmeye daha fazla dayanamadı ve sanki gözyaşları ebediyete kadar hapsedilmiş bir tutuklu gibi hızlıca göz pınarlarını terk etti. Yanakları tamamen ıslanana kadar ağladı. Şimdi ne yapacaktı.Şimdi ne olacaktı? Hayatı bundan sonra nasıl şekillenecekti? Çekip gitmeli miydi? Yoksa bu korkaklık mı olurdu? ne yapmalıydı. Belki de geri dönüp, boynuna sarılıp bir şans daha vermeliydi. HAYIR! Bunların hepsi boş şeylerdi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hep yaptığı gibi herkese sahte gülücükler dağıtıp kendine mutlu havası verecekti. İçinde kopan fırtınalara rağmen. "Ah şu engeller, engelleri yıkmak geliyor içimden.Boş sözlere gerek yok seni yanımda istiyorum..."  diye sürüp giden şarkı dizeleri geldi aklına. Keşke bu kadar güçlü olabilseydi.Keşke bütün engellerin karşısında da onun karşında durabildiği kadar dik durup her şeye meydan okuyabilseydi. Keşke hiç bitmeseydi bu peri masalı. Oysa ki masalların sonu güzel olurdu. Güzel olmak zorundaydı. Bu ise boka benziyordu işte. Yine de bu peri masalında baş rol olmaktan mutluluk duymuştu. "Keşke daha güzel bitseydi sonumuz." diye düşünmeden edemedi. İşte tam da o an fark etti hayatının keşkelerle dolu olduğunu. Yaşamış sayılmazdı. Öyle miydi gerçekten? Bütün güzel anılar, bütün mutlu anları, hıçkıra hıçkıra ağladığı o bütün geceler sadece bir keşke lafıyla silinmiş mi sayılıyordu hayatından. Hayatı çıkılmaz bir labirente dönmüş durumdaydı. Boşluğa düşmüştü ve bu boşluktan onu çıkarabilecek hiçbir güç yoktu yeryüzünde. HAPŞU! "Çok yaşa!" diyebilecek kimse yoktu.. Yalnızdı. KENDİMİ TUTUCAM ÇOK SABIRLI OLUCAM NAPIP EDİP SONUNDA BEEEN ÇILDIRMIYCAM! Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu. Evet bir gün içinde hissettiği duygular gibi. Hayatına girenler olmuştu, çıkanlar olmuştu. Hayat daha ne kadar acımasız olabilir ki? Belki de o farkında değildi ama hayatı için yeni bir kapı açılıyordu ona? Bu fikre o bile inanmadı. Nasıl mutlu olabilirdi?

-Her zamankinden. Daha sert olsun. 
-Efendim? 
-Söyledik ya işte! Her zamankinden ama daha sert. 
Zavallı barmen bütün şaşkın bakışlarını kadının vücudunda gezdirerek şaşkınlıkla yanıtladı 
-Hanımefendi sabah olmak üzere ve neredeyse kapatıyoruz..Siz buraya nasıl girdiniz onu bile anlamış değilim. 
-Kapıdan girdim.
-Sarhoşsunuz? 
-Evet! Ne olmuş! 
-Burayı terk etmenizi rica ediyorum.
Kadın elini çantasına attı ve bir tomar para çıkarttı. 
-Parasıyla değil mi ulan?!!
-Hanımefendi lütfen sabahları kapatıyoruz. 
Tam bir şeyler söyleyecekken yere düşen kadını tutmak için barmen adeta yerinden fırlamış ve kadını belinden kavramayı başarmıştı. Bu kadın onu bu kadar sarsacak ne yaşamış olabilirdi? Kendisi de büyük bir bunalım içerisindeydi. Sevdiği kadın onu iki gün önce terk edip öylece gitmişti. Vedaları sevmiyordu. Bazı riskleri göze alamayacağı için çekip gitmişti sevgilisi. Öylece ortada kalmıştı. Şimdi ise ince belli bir kadını belinden kavramış öylece duruyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Arkadaşına işaret ederek "Ben kaçıyorum. Son toparlanmalar sizde." derken bir yandan da kadını kucağına almıştı. Arkadaşı da kurnazca bir bakış atmıştı. Bunu fark edince "Müşteri be olum bayıldı kadın!" deme gereğini duymuştu. Bu sarı ve loş ışıkların aydınlattığı -hoş aydınlık demeye bin şahit isterdi- leş gibi bira ve sarhoş kusmuğu kokan, günün bu saatlerinde ise taburelerin masaların üzerine ters çevrilip konulduğu bu yerden kucağında kapıdan çıkarken, gözlerini ister istemez yeni aydınlanan hava yüzünden kısmıştı. Evet, ilk defa kucağında bir kadınla çıkmıyordu bu bardan. Onu terk eden kadınla da böyle tanışmıştı. Aslında bu onun taktiğiydi. Yalnız kadınlar gelir ve bu barda içerdi. O da onlara daha çok içirip evine götürüp onlarla birlikte olurdu. Fakat bu kadın savunmasızca onun kollarına düşüvermişti. Bu kadında farklı olan şeyler vardı. Elini kadının çantasına attı. Belki kim olduğuna nerede oturduğuna dair bir şeyler bulacağını tahmin etti. Fakat kadının çantasında olan tek şey silah ve paraydı. 




Kadın yataktan kaçmaya çalışırken 
-Neredeyim ben?!
Adam ise yatağın tam karşısındaki koltukta gözünü tavana dikip öylece bakarken irkilip
-Günaydın! Sakin ol.
-Neredeyim dedim! 
-Evimdesin.
-Sen kimsin be o....ç...! 
-Sana yardım eden bir insana küfür ederek mi teşekkür ediyorsun?
Başını öne eğdi. Bütün hırsını ona yardım etmeye çalışan bir adamdan almaya çalıştığı için kendine kızdı. 
-Ben...Özür dilerim. Anlayabileceğin gibi kötü bir gece geçirdim.
-Sakin olacaksan neler olduğunu anlatabilirim. 
-Evet, lütfen. 
-Sabaha karşı geldin. Zaten sarhoştun. Yanlış bara geldiğini fark etmeyerek bana, "Her zamankinden." ver dedin. Sana kapatmak üzere olduğumuzu söyledim fakat aldırış etmedin. Bunu tartışmasını yaparken de bayıldın ve ben de seni tuttum. Ne yapacağımı bilemediğim için de evime getirdim. 
-Kusura bakma lütfen. 
-Normal zamanlar geçiren insanlar çantasında tabanca bulundurmaz öyle değil mi? Sorun yok.
-Aman tanrım! Ben... Tam bir çıkmazdayım. 
-Anlatmak istersen dinlerim.
-Anlatırsam rahatlar mıyım? 
-Deneyip görmelisin. 
-Sevdiğim bir erkek arkadaşım vardı. Fakat aramıza engeller girdi. Aşılması zor, hatta aşılamayacak engeller. Ona sırılsıklam aşıktım. Fakat aşkımız çok yıpranmıştı. Birbirimizi çok kırmıştık. Nasıl anlatılır ona aşkım bilmiyorum. Çok farklıydı o. Birçok erkek tanımıştım. Şüphesiz hepsinin tek amacı beni elde etmekti. Onlar amaçlarına ulaşmadan hepsini terk etmiştim. Onunla her zaman takıldığım barda tanışmıştım. Dün gece de oraya geldiğimi sandığım şu bar... Bana bir içki ısmarlamayı teklif etmişti nazikçe. Yine o "adamlar"dan diye düşünerek kafamı bile çevirmeden teşekkür edip reddettim onu. Genelde o "adamlar" böyle yapınca ısrar etmez ve sana küfür edip yeni avlar peşine çıkardı. Bu adam ise öyle değildi. Israr etti. "Sadece bir bardak lütfen. Hadi ama adını öğrenmek için başka bahanem yok." diyerek teklifini yinelemişti. O an kafamı çevirdiğimde hayatımın aşkının gözlerinin içine baktığımı anladım. Yalan söyleyemem. Hayatımın aşkı da o oldu. Dört buçuk senelik bir birlikteliğimize o kadar güzel anılar sığdırdık ki... Gözleri dolarak anlatmaya devam etti. Kötü anılarımız da oldu. Ama aşk böyle bir şey. Kimse o kötü olanları hatırlamaz ki. Adam akşamdan kalma bir kadının kendini nasıl bu kadar iyi ifade edebilmesine şaşırmış bir ifadeyle kadının sözünü bölerek kahve isteyip istemediğini sordu. Kadın sadece teşekkür ederek o güzel hikayeyi anlatmaya devam etti. Dün gece bara gelmeden önce ayrıldık. Sadece ben daha güçlü olamadığım için. Gözünde biriktirdiği damlalara daha fazla sözünü geçiremedi ve iki damla gözyaşı yanaklarından süzüldü. Ellleriyle gözyaşlarını silerek devam etti. Evde çok içmiştim. İnan sonrasını hatırlamıyorum. 
-Anlıyorum. Sonrası da sana anlattığım gibi. Aslında benzer hikayelerin farklı baş rol oyuncularıyız seninle. 
-Efendim? 
-Ben senin hikayende bırakılan adamım işte. Kız arkadaşım beni iki gün önce "engeller" yüzünden terk etti. 
-Pot kırdım sanırım. Özür dilerim.
-Yeni tanıştığın birinin hayat hikayesini bilmen garip olurdu. Kahve istemediğine emin misin,iyi gelir. 
-Zahmet olmayacaksa. 
Adam iç ısıtan bir gülüşle yanıtladı
-Seni dün kucağımda taşıdım. Kahve koymak zahmet olmaz merak etme.
Kadın ise utanarak hafif ve çekimser bir şekilde gülümsemekle yetindi. 
-Şeker?
-İki tane lütfen. Senin hikayeni de dinlemeyi isterim. 
-Dedim ya hikayelerimiz aynı. Ama farklı baş roller. Bir de benim ilişkim iki yıl sürdü hepsi bu. 
-Kız arkadaşının neler hissettiğini anlıyorum. 
-Erkek arkadaşının neler hissettiğini anlıyorum. 
-Ben artık gitsem iyi olacak. 
-Lütfen biraz daha kal. 
-Yeterince zahmet verdim. 
-Hayır,lütfen kal.
-Neden?
-Kendimi iki yıldır ilk def yalnız hissetmedim. 
-Ben, Eylem. 
-Emre. 
-Memnun oldum. Her şey için ne kadar teşekkür etsem az sanırım. Yine de tekrar teşekkür ederim. 
-Lafı bile olmaz. İnsanız hepimiz değil mi? Kalacak mısın? 
Kadın adamın koltuğunun yanında duran çalışma masasından bir not kağıdı aldı. Telefon numarasını ve adresini yazarak 
-Şimdi gitsem iyi olacak. Başka zaman görüşsek? 
-Tabii ki neden olmasın. Memnun olurum. 
Kapıya kadar birlikte gittiler. Kadın kapıdan çıkarken hala utangaç bir ifadeyle "Görüşürüz." dedi. Adamda aynı şekilde karşılık verdi. İkisinin de içi içine sığmıyordu. Kimdi bu yabancı? Şu birkaç saatte ilk defa ikisi de kendisini yalnız hissetmeyip çok tatlı bir sohbet etmişlerdi. İkisinin de sevmediği o vedalar, yeni merhabaların en güzel başlangıcı olmuştu.

-Bu kadın benim hayatım olmalı.
-Bu adam benim hayatım olmalı.

İkisi de farkında olmadan akıllarından bu düşünceyi geçirmişti. 

                                                                                                    -MUTLU SON-  

28 Kasım 2013 Perşembe

Azıcık Mutluluk ve Yarım Kalan Aşklar Adına!

Yeni Blogun hayırlı olsun! Sen de benimkine göz at. Hadi kal sağlıcakla.



Uyandığında geceden beri yağan yağmurun, kaldırımlarda bıraktığı su birikintilerini görebiliyordu. Yağmur yağmıyordu fakat hava soğuktu. Rüzgar bütün hırsını ağaçlardan çıkartıyor ve bütün gücüyle yapraklara vuruyordu. Bütün bu olanlara şahitlik etmekten rahatsız edici bir mutluluk duyuyordu. Gitmesi gerektiğini hissetti. Kendini bu dünyaya çok gördü biran. fazlalık olduğunu hissetti. Gerçekten öyle miydi? Hiçbir şeyin yolunda gitmediği şu dünyada o bir fazlalık mıydı? Belki de öyleydi bundan emin olamıyordu. Bütün hayatına dair olan ümitlerini yitirmişti. O zaman yaşamasının anlamlı gelebilmesi hiçbir neden yoktu. Yine de yaşıyordu. Çünkü biliyordu : Herkes ölürdü. Fakat herkes cidden yaşamazdı. Bunu farkına varalı çok uzun bir zaman olmasına rağmen sanki yaşamından hiçbir şey kaybetmemiş gibi yaşamaya devam etmişti. Oysa ki o bütün hayallerini, umutlarını kaybetmişti. Üstelik bütün bunlar çokça zaman önce olmuştu. Ama o hayata dair hâlâ bir şeyler kalmış olabileceğine inanarak yaşamaya devam ediyordu. evet hayat bunu gerektiriyordu. Ne kadar sıkılsa da ne kadar bunalsa da yaşamayı. Çünkü her şey hayata bağlıydı. Ölene kadar yaşamak zorundayız. İyi bir işi, iyi bir arkadaşlığı ve iyi bir sevgilisi hiç olmamıştı. Hayatı için bir şansı daha var mıydı? İşte bütün bunları düşünerek evinin kapısı açtı ve üzerine bir mont aldı. Yağmur yağabilir mi? diye düşündü fakat yağmuru sevdiği için şemsiyesini yanına alma gereği duymadı. Evinin kapısından çıktığında bütün gücüyle yapraklara vuran o rüzgardan, o da nasibini almıştı. Ağır adımlarla sonunun nereye çıkacağından emin olmadığı bir yola girdi. Yolun sonuna gelmeyi hiç istememişti. Çünkü o her zaman penceresinden bakıp yürümeye imrendiği bu havada, nihayet dışarıdaydı. Yolun sonunu umursamıyordu artık. Hafif bir müzik dinlemek istedi fakat hafif hafif çişelemeye başlayan yağmurun sesini örtbas eder diye düşündüğü için bu düşünceyi hemen kafasında attı. Yürüdükçe sanki güçleniyordu. Yağmur artık çişelemeyi bırakmış bardaktan boşalırcasına yağmaya başlamıştı. Büsbütün ıslanmıştı. Beline kadar narin bir şekilde inen saçları sanki yıkanmışcasına ıslanmıştı. üzerindeki mont kıyafetlerinin ıslanmasını pek de iyi önleyememişti. Biran için durdu. Düşüncelerini ve kendini sakinleştirdi. Yürüdüğü yolda ondan başka kimse yoktu. Rüzgar ve yağmuru saymazsa tabii. Öylece durmuştu. Sarı sokak lambaları yürüdüğü bu uzun yolu aydınlatmayı çok güzel beceriyordu. Fakat bu sarı ışıklar onu rahatsız etmedi. Çünkü yağmurun yansımasını hep sarı ışıkta görmeye alışıktı o. Kendini bıraktı. İyice ıslandı. "Yağmur olmadan ölemem." diye geçirdi aklından. Büyük bir ihtimalle bu yağmur mevsimin son yağmuru bile olabilirdi. Öylesine güzeldi ki bu yağmur...Hiç bitmesini istememişti. Kendini ilk defa bu kadar güçlü hissetmişti. Durduğu yerde kocaman bir SESSİZ ÇIĞLIK attı. Daha sonra aynı yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Kimsenin sapmayı düşünemeyeceği, en fazla üç kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikte bir yoldan yürümeye devam etti. Yağmur hala büyük bir iştahla ona eşlik ediyordu. Yürüdüğü yolun sonunun bir koya çıktığını fark etti. Fakat bu koyun fazla işlek olmadığı her halinden belliydi. Terk edilmiş bir kafe vardı. Emin olamadı bir kahvehane de olabilirdi. Yıkık dökük döşemeler, kırık bir ayağı kopuk bazı ahşaptan sandalyelerde vardı. Deniz dalgaları en az rüzgar kadar büyük bir şiddetle kıyıya çarpıp duruyordu. "Mevsim neye bu kadar kızmıştı?" diye düşünmekten alı koyamadı kendini. O terk edilmiş hâlâ kafe mi kahvehane mi olduğundan emin olamadığı yer denize çok yakındı. 




O kadar yakındı ki eğer bu koy işlek olsaydı deniz kenarından yürümek isteyen birçok insan o kafanin veya kahvehanenin sahibine küfür edebilirdi. Kırık olmayan bir sandalye buldu kendine. ve oturdu yavaşça. Büsbütün ıslanmış ve yorgun olan bedeni oturduğu için rahatlamıştı. Fakat onun içi hiç de rahat değildi. Uzun uzun düşünceler daldı. tembel ve uyuşuk adımlarla içini rahatlatmak için deniz kenarına ilerledi. Yağmur aynı şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Denizin dalgaları ise şiddetini azaltmıştı. Rüzgar bu kez içini titretmişti. Bir SESSİZ ÇIĞLIK daha... Nedenini bilmiyordu ama eve dönmesi gerektiğini hissetti. Bu sefer o uyuşuk,tembel ve ağır adımlarını hızlandırarak evinin yolunu tuttu. Evine vardığında içeri girdi ve ıslak olan ne var ne yoksa üzerinde değiştirdi. Kurutması çok zor olduğu için o an beline kadar inen o güzel saçlarından da kurtulmak istedi. Banyoya girdi ve aynaya baktı. Kumral saçlarına, yağmura benzettiği gözyaşlarını akıtması yüzünden kızaran gözlerine, denizin dalgalarına benzettiği saç dalgalarına baktı. Ve o an içindeki rüzgarları da aynada gördü...Hava günlük güneşlikti. Aslında her şey tatlı bir rüyaydı onun için. Onu en mutlu eden şeyleri düşünmüştü aynaya baktığı bu süreç içerisinde.. 

14 Kasım 2013 Perşembe

Sen, Ben, BİZ!

İnternetten bulduğum yazıların derlemesi. Seni, beni ve bizi anlatıyor. Sen ve benin oluşturduğu biz değil ama. Ben ve senin dışında herkesin oluşturduğu biz!



Umutsuzluğa alışmayın...
Sessiz Çığlıklar Kumpanyasına gelin...
Atma şu ''Nasılsın'' mesajını bana, atma işte, ben bıktım ölüp de dirilmekten, sen bıkmadın mı öldürmekten? Sorma halimi hatrımı. Nasıl olmamı bekliyorsun ki ? Atma diyorum, çünkü ben her defasında umutlanıyorum. bu sefer hatasını anladı diyorum. anladı bir başkasından bu kadar değer görmeyeceğini, anladı bir başkasının kendisini bu kadar sevmeyeceğini. Ama nerede. He şunu da diyeyim senden sevgi beklemek ölüyü diriltmek gibi bir şeye benziyor.
SEN VAR YA SEN, NE ADAM GİBİ SEVEBİLDİN NE DE ADAM GİBİ TERK EBİLDİN.Mesaj atmışken, bende sana soru sorayım.Sen hiç; Kokusunu içine çekmekten doyamadığın, gözlerine bakmaktan bıkmadığın, sarılmaktan usanmadığın, yanından ayrıldığın dakikadan itibaren özlemeye başladığın, en çok yanında mutlu olduğun, hiç çekinmeden dertlerini söylediğin, yaşamana sebep olan, seni ayakta tutan birinden hiç ayrıldın mı ? Sen hiç bu duygunun nasıl bir acı olduğunu yaşadın mı ? Veya bunları geç, sen hiç sevdin mi ? Birine sarılarak, ''Lütfen biraz daha kal '' dedin mi?








Hayatında olmak istemiyorum.
Seni görmek istemiyorum. Beni gör istemiyorum. Sadece dışarıda, bulunduğun bir yerde sana beni hatırlatan şarkılar olsun. Sonra gözlerin dolsun aniden. Ama kimseye bir şey belli etme. Üzülmek gelsin içinden. İçine at beni. Konuşma. İçinde tuttuğun, herkesten sakladığın, söylemeyi isteyip bir türlü bahsedemediğin biri olayım senin için. Beni sev istemiyorum. Beni öp istemiyorum. Ben; “Boşver” diye geçiştirdiğin, herkese anlatmaktan çekindiğin, unutmak isteyip unutamadığın biri olmak istiyorum.

Büyüdüm artık.Kolay kolay pes etmiyorum. Üzülmüyorum,seni aklıma getirmiyorum.Boş veriyorum, geçiştiriyorum, umursamıyorum. Bazen bir yerde adından bahsedenleri duyar gibi oluyorum ama tanımamazlıktan geliyorum seni.Canımı yakan insanların peşinden koşardım. Artık koşmuyorum. Gitmeyi gözüne alabilen hiç kimse için artık kılımı kıpırdatmıyorum. Şarkılar canımı acıtmıyor artık.Filmler duygulandırmıyor. İnsanlar üzemiyor. Bencilleştim. Duygularımı kaybettim belki. Kim bilir?Belki içimdeki seni kaybettim.Sabahları mutlu uyanıyorum.Geceleri huzurla uyuyorum.Pişman olduğum şeyler yaşamıştım.Artık pişmanlık nasıl bir şeydi hatırlamıyorum,Teşekkür ediyorum her şeye. İyi ki yaşamışım diyorum.Ben artık senin tanımadğın, senin tanımadığın biriyim.Neden miÇünkü birinin ne zaman gitmesini istesem, gitti.Çünkü benim yarım bıraktığımı hep bir başkası tamamladı.Çünkü birine ne kadar az değer verirsen, o kadar sana çok değer verir.İşte bu yüzden,beni değiştirdin ve yaşattıkların sayesinde ''başka biri'' yaptığın için Teşekkür ederim...
İyi ki yoksun.
Bakıyorsun ki, ona dair sende olan her şey sadece alışkanlık. Sevgi bitmiş, aşk bitmiş, huzur gitmiş.. söyleme hala sevdiğini falan, zırvalama ağzında onu unutamadığına dair cümleleri; biliyorsun, unuttun. Zor olmadı. Olmayacaktı, biliyordun. Uzaktı. Gözünün önünde olmadığı için zorlamayacaktı. Yanmayacaktı canın, acımayacaktı içinde bir yerler, yazdıklarını üzerine alınmayacaktın, her şarkı sana onu anımsatmayacaktı, gülerken aklından geçmeyecekti, sabah kalktığında mesaj atma hissi duymayacaktın, özlemeyecektin onu, fotoğraflarına bakıp okşamayacaktın ekranı hiçe sayıp yanaklarını, ağlamayacaktın onun için, sinirini başkalarından çıkarmayacaktın, ismi geçtiğinde içinde bir şeyler harekete geçmeyecekti, olmayacaktı yazdığın yazılar ona. Tamam olacaktı hepsi ama atlatacaktın zamanla. Atlatıyorsun değil mi? İster istemez unutuyorsun, çünkü hatırlatacak hiçbir şey yapmıyor. Hayatında bir başkasının olduğunu düşünüyorsun, belki de eminsin, kendine yediremiyorsun. Canın acıyor değil mi? Geçecek. Yemin ederim atlatacaksın. Hıçkıra hıçkıra ağladığın tüm gecelerin hesabını haykıra haykıra gülerek ödeyeceksin. Yemin ederim böyle olacak. Söz veriyorum. Düzeleceksin. Yanında olmayacak o ayrı. Hissizleşeceksin gittikçe, hissizleşmiş de olabilirsin, kim bilir. Aynalar ne kadar itici geliyor değil mi? İnsanlara uyuz oluyorsun. Çünkü ne halde olduğunu gram düşünmüyorlar, seni düşünüyorlar ancak akıllar başka yerlerde. Gülümsüyorsun onlara, yalandan. Geçecek. Zor olacak ama geçecek. Yazmak artık rahatlatmıyor olsa gerek, can yakıyor. Sahi, canın zerre umrunda mı acaba? Düşünüyor mu seni? “Acaba benim kadar onun da canı yanıyor mudur” diye soruyorsan kendine, geçmiş olsun. Resmen unutmamak için direniyorsun. Nafile. İstesen de, istemesen de unutacaksın. Çünkü alışıyorsun. Elinde olmadan, sadece hayatında yeni biri olmadığı için üzüleceksin. Sorduklarında söyleyeceğin bir O olduğu için. Gerçi hayatında biri olsun da istemeyeceksin, iğreneceksin bir süre onlardan. Sana ilgi gösteren herkese “siktir git, sen de canımı yakacaksın biliyorum” gözüyle bakacaksın. Yakacak. O da böyle yapmıştı. Önce yaralarını sardı, yanında oldu, seni dinledi, kendine güvendirdi, sevdirdi, bağladı, sonra da o siktiğimin yaralarını yeniden kanattı. “Şimdi ne yapıyordur acaba? Uyuyor mudur, karnı aç mıdır, özlemiş midir biraz da olsa?” sorularından vazgeç. Onun adı geçtiğinde “beni ilgilendirmiyor artık” demeyi öğren. O güzelim şarkıların içine onu koyarak kendine eziyet etme. Ağlama sakın. O ağlamıyor, gülüyordur büyük ihtimal. Ya da bir başkasına yazıyordur, belki de tuvalette. Uyuyor da olabilir, ama emin ol ağlamıyor. Sakın ağlama. Sakın. Hiç hak etmiyor.

küçük İskender

Bu sene yine gittim. Gözünün içine baktım. Yine aynı heyecan vardı içimde. küçük İskenderle bir kez daha konuşmak o kadar mutluluk vericiydi ki. Kelimelerle anlatılamaz. 



Okul Arkadaşı


Aynı ranzada uyumuştuk seninle 

yatılı okula benzeyen bir sevdada, 
üstte kim yatabilirdi ki: Elbette yeryüzü! 
altta kim yatabilirdi ki: Elbette gözlerimizdeki intihar süsü! 
birbirimizi düşündüğümüz gizli saklı rüyalarla 
kim mutlu olabilirdi ki: Elbette günah dürtüsü! 

Nasıl tabir edilir ki artık veda kabusları.. 
şimdi çift kişilik yataklardayız başka 
başka insanlarla! Başka başka hayatlarda! 

ama hiçbir iyi geceler! ağlatmıyor beni 
ağlatmıyor senin karanlığın içinden duyulan 
küçük hıçkırıkların kadar hala! 


13 Kasım 2013 Çarşamba

Feuer und Wasser

kommt nicht zusammen.

Güzel bir Rammstein şarkısıdır şiddetle tavsiye ederim. Neyse konumuza gelelim. Ne yapıyorsun? Ne var ne yok? Hala devam mı aşkitonla mutlu mutlu seni seviyorumlu öpüyorumlu mesajlara? Ya da hala devam mı yalnız yalnız arkadaşlarınla mutlu olma çabalarına? Hemen bir seçenek daha sunayım; hala devam mı her gece başını yastığa koyduğunda onu düşünmeye? Kendine gel artık! Yaşadığın hayat, sahip olmak istediğinden çok farklı biliyorum.  Bunu sen de biliyorsun. Sadece bunu sana kimse söylemedi. ben söylüyorum. Muhteşem bir hayatın olmayabilir. Derslerin kötüdür, muhteşem bir sevgilin vardır. Derslerin iyi gider, sevgilinden ayrılırsın, tökezlersin. Bak, ben bu satırları babamın hayrına yazmıyorum. Senin için yazıyorum. Ben bu satırları yazarken; insanlar ölüyor, bebekler doğuyor,insanlar sevgilisini terk ediyor kimisi sevgilisiyle sevişiyor kimi ise uzaktan dokunmaya bile kıyamadan seviyor birini. Ve aynı şeyler sen bu satıları okurken de olacak. Ha ha millet neler yapıyor sen hala bu satırları okuyorsun. Manyak. Ne yazayım senin için. Böyle laylaylom bir şey düşündüm. Ama yine de biri ölsün dersen eyvallah. "Ne kaldı bak ellerimde? Biliyorum, gülüyorsun." Hayko Cepkin de dinlemiyorsundur sen şimdi Allah bilir. küçük İskender de okumuyorsun değil mi? O zaman kapatırsın sayfayı. Açıkçası biliyor musun sen hiç de umurumda değilsin. Senin için yazıyor olmam seni umursadığım anlamına gelmez. Belki de gelir. Ha ha! Biraz daha zorlasam kafanı karıştırmayı başarabileceğim sanırım. Her şeyin ters gittiği bir zamandasın. Çünkü ben öyleyim. Sen benim umurumda değilsin de ben benim umurumdayım. Ben kendimi umursuyorum. EVET! İlk defa yapıyorum hayatımda bunu ve bunu yapmak çok güzel. Biliyorum, acı çektin veya çekiyorsun veya çektin bitti gitti numarası yapıyorsun. Sıkma canını olur mu? Her şey geçecek. Söz veriyorum sana. Ben çok mu yazıyorum? Evet ben çok yazıyorum. Çok mu sorunluyum? Yoo... Şu hayatta yazmaktan daha iyi ne var ki? Sen yazamıyorsan diye senin için de yazıyorum. Ben içindeki şeytan için de yazıyorum. Nasıl gidiyor hayat? Aaa pardon bu konuyu konuşmuştuk değil mi? Bok özür dilerim. Ay pardon çok özür dilerim. Harfler birbirine yakın değil boşuna klavyeden kontrol etmeye kalkma. Güzel bir hayal kurdurmamı ister misin sana? Hadi kapat gözlerini? Ay kapatırsan nasıl okuyacaksın peki? Hay aksi ya. Neyse hayal kurmak saçma. Olabilecek hayalleri kur zaten. Sahip olduğun bir şey üzerinden hayal kur. Şu şöyle olursa bu böyle olur diye kurulan hayaller boktandır bitanem. Kimse söylemedi mi sana? Şimdi git ruhunu bıçakla. 

2 Kasım 2013 Cumartesi

Arp Çalan Şeytan

Sabahtan beri, durmadan yağan yağmura küfür ediyordu. Hayatına baktığında normal insanlardan bir farkının olmadığını kendi de rahatça görebiliyordu. Hayatına bir farklılık katmalıydı. Ama bu farklılık ne olmalıydı? Dünya turuna mı çıkmalıydı? Yoksa klasik her filmde yapılan çılgınlıklardan birkaçını mı yapmalıydı? Sokağa çıkıp boş boş bağırmalıydı belki de. Hayır! O, bugün kendi için bir şey yapmaya karar verdi ve evinin kapısından çıktı. Tek başına yaşadığı bu ev küçüktü ama düzenli ve gayet de şıktı. Yani mobilyalar birbirleriyle ve evin renkleriyle uyumluydu. Ve bu evin kapısından belki de ilk defa şu hayatta kendi için bir şey yapmak üzere çıktı. Bir taksiye atladı ve en yakındaki alış veriş merkezine gitti. Kendine yeni ve şık birçok elbise aldı. Tek başına bir kafede oturdu ve kahvesini içti. Bu sırada telefonundan da kendi için de biraz daha araştırma yapıyordu. Hesabı istedi ve kalktı. Evinin yolunu tuttu. Eve gittiğinde üstünde tatlı bir yorgunluk vardı. Belki de bu yorgunluk ilk defa kendi için bir şey yaptığı için vardı. Son zamanlarda içinde beliren anlamsız sıkıntılar onu deli ediyor, güçsüz ve mutsuz kılıyordu. Ama bunu kimseye çaktırmamak için çabalıyordu ve başarıyordu da. Kimse onun mutsuz veya bütün gece ağladığını asla bilemezdi. Ve bu onun hayatta güçlü kalmak için uyguladığı pratik ve işlevsel bir yöntemdi. Hiç bilmediği şarkılar dinleyip bütün gece içmek istediği zamanlar bile oluyordu. Ama yapamıyordu. İçinde her şeyin yoluna gireceğini söyleyen bir ses hep olmuştu. Nedenini bilmiyordu ama o, bu yalana hep inanıyordu. Hiçbir zaman işler yolunda gitmiyordu. Hayatını hep çift kollu bir teraziye benzetmişti. Bir şeyi yoluna koysa, diğer bir şey mutlaka batıyordu. Hayatı boyunca bu hep böyle olmuştu. Hayatta kendi için hiçbir şey yapmadığını son günlerde farkına varmıştı. Kendi istediği için yapmamıştı bu zamana kadar hiçbir şeyi. İnsanları üzmemek, kırmamak için hep düşündüklerini içine atmıştı. Söylemek istediklerini söyleyememişti. İşte bu son zamanlarda artık bunu yapmıyordu. Ağzına geleni söylüyordu. Ne isterse onu yapıyordu. Hiçbir şeyi kafasına takmamaya özen gösteriyordu. Çünkü hayatı o zaman anlam kazanıyordu. Kendi hayatını başkaları için yaşamasının ne anlamı vardı ki? Muvvaffakiyetsizleştiricileştireveremeyeceklerimizdenmişçesine kelimesini tek seferde söyleyebilen bir insan olmadığı gibi, onu düşünen biri de yoktu. Bu durum gün geçtikçe canını yakar olmuştu. Kendi için ne yapacağını bilmiyordu. Çünkü bu işte çok acemiydi. O yüzden pikabına bir plak taktı ve onu dinlemeye başladı. Çünkü o an canı bunu yapmak istemişti.Yapmıştı da. Kendi için yaşaması gerekiyorsa yapması gereken bir şey daha vardı. Son bir şey daha belki de; Kendiyle yüzleşmek. Kendiyle hayatı boyunca verdiği bu savaşı sonlandırmanın zamanı gelmişti. Kendi kendine durduk yere ağlamaya başladı. İçindeki şeytan ona kim olduğunu hatırlatmıştı. Komidinin küçük çekmecesinden bir şey aldı. Pikabının gramofonundan en sevdiği şarkının sesi kulağını tatlı okşuyordu. Kendiyle yüzleşmesini kim kazanacaktı? O mu hayatı mı? Köşesinde sessizce arp çalan şeytanı bütün olan bitenleri görüyordu. Şeytan, onu tutmuyordu. Bu yüzden hem şeytanı hem hayatını yenmesi gerekecekti. Şeytan hala onu izliyordu, ona görünmeden. Gözyaşları hızlandı. Yağmur başladı. Şeytan kahkaha attı ve güm! 

29 Ekim 2013 Salı

Gökyüzü Kadar Dünya

Merhaba! Ben, çocuktum, çocukluğumu elimden aldılar. Ben küçük bir kızdım,bebeklerimi elimden aldılar. 
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Annemin koluna girip dışarı çıktığımda bana bakan onlarca çift göz görüyorum. Gülümsüyorum hepsine. Tek başıma da çıktığım oluyor. Arkadaşım yok benim. Ama umutlarım var. Hayallerim var. Asla yitirmeyeceğim düşüncelerim var. Siz, benim düşündüğümü bilmiyorsunuz. Ben orada bir köşede usulcacık gülümsüyorum sadece size. Hepiniz de beni görüyorsunuz. Kim bilir belki de bana acıyorsunuz bilemiyorum. Sıradan bir gündü bugün benim için. Dünya, yine gökyüzü kadardı. Daha fazla dünya görmek benim için yasaktı sanırım. Gökyüzünde kuşlar var, bulutlar var.. Mavi var bir de. Sizin için bunlar çok şey ifade etmiyor biliyorum. Ama benim bunlardan çıkardığım kocaman kocaman mutluluklar var, gülümseyişler var. Siz farkında değilsiniz. Ama gökyüzünde uçan bir kuş bazen bana göz kırpıyor. Bulutlar bana şapka çıkartıyor. Mavi bütün güzelliğiyle gülüyor bana. Siz bunları fark edemezsiniz. lütfen beni yanlış anlamayın. İnsanlara bakacak yüzüm olmadığı için, gökyüzü kadar benim dünyam. Çünkü insanlar bana bakamaz çoğu kez. Bugün dedim ya sıradan bir gündü benim için. Adını hiç bilmediğim televizyon dizilerini gülerek izledim bugün. Tahmin edemeyeceğiniz kadar canımı yaktınız bana olan bakışlarınızla. Oysa ki ben sizden üstünüm. Bunu fark edemiyorsunuz ama. Bugün yine o anlamsız dizileri izledikten sonra yatağıma geçtim. Boş gözlerle bütün gün bir tavana bakıp durdum. Annem geldi yanıma, bir şeyler yedirmek için bana çok çabaladı. Canım istemedi. Üstüme döktüm. Annemin üstüne döktüm. Annemin hakkını hiç ödeyemem. Benim canım annem. O beni karşılıksız seven tek insan şu dünyada. Hoş diğer insanlar zaten beni sevmiyor. Ama annem... Gözümün içine nasıl hayran hayran bakıyor bir bilseniz. Bilemezsiniz lafın gelişi diyorum işte. Koluma girdi annem. "Biraz dışarı çıkalım mı meleğim,ister misin?" dedi gözümün içine baka baka. Hep yaptığım gibi gülümsedim anneme. Bir de çıkarabildiğim birkaç tane belli başlı seslerden mırıldandım biraz. Hoşuna gitti galiba annemin. Yüzüme güldü. Öptü beni sonra. Dışarı çıktık. Ne büyük bir eziyetti bu benim için. Koluma girdi. Canım hiç yürümek istemiyordu. Güç bela yürüttü annem beni. Gözümden birkaç damla yaş geldi. Yüzümü astım. Annem hemen ağlamaya başladı. "Tamam meleğim. Yok bir şey dedi." Fazla kalamadık dışarıda. Annemi daha fazla üzmek istemedim. Evimize döndük. Annem sessiz sessiz ağladı sabaha kadar. Ben duydum bir tek. Sabaha kadar o ağladı, ben ağladım. Hiçbir şeyin benim için anlamı  yoktu. Annem için her şey anlamlıydı oysa ki. O sadece benim için mücadele ediyordu. Onun hakkını ödeyemem.
Ben, küçük bir kız çocuğuyum. Sizin gibi düşünemiyorum. Benim için dünya, gökyüzü kadar. Ben, sizden farklıyım. Farkım, sahip olduğum engelim. Ama bu engel beni engelleyemiyor. Sizin bana attığınız o küçümser, acıyan bakışlar benim canımı yakıyor. Engelim duygularıma engel değil. Ben de ağlıyorum. Ben küçük bir kız çocuğuyum. Beni dünyaya çok görmeyin. 

24 Ekim 2013 Perşembe

Ay

Utanmasam gider sorarım bana mı yazdınız bu şiiri üstadım diye...



Yürek kemiğiyle lades tutuşan iki çocuk! 

misafir oyuncu bir terkediş biçimi 
ile ellerim vücudunun prömiyeri! 



Aynı ahır adına koşan acılarımız var bizim! 
amatör balıkçının leğeninde iki istavritiz seninle 
ölüme beş kala ölümle canlı telefon bağlantısı kuran! 



dibi senin aşkında gizlenen kırılgan bir aysberg bu tufan.

küçük İskender 

20 Ekim 2013 Pazar

Ufak Bir Sessizlik



Canım, birtanecik, hayatta her şeyin en iyisine layık olan fakat kaderin oyunlarıyla şansının gölgelendiği ablam için! Aytuna ÖZBENT için! 

Umutsuzluğa alışma, yatağa küs girme! 


Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz, yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki de sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.
-On The Road / Jack Kerouac



Yolun yurdun olmuşsa, kalmak gurbettir. Git. 
-Ahmet Mümtaz Taylan

18 Ekim 2013 Cuma

Erken


Şiir yazmayı pek sevmem.

İnce ince yağmur yağardı gözlerinden,
Benim şu ıslanmaktan bıkmış üstüme..
Gökyüzü cennetle buluşurken,
"Güle güle" diyorsun bana 
Oysaki vakit henüz çok erken. 
Gözlerin gözlerime karışırken,
En güzel rüyalarım seninle renklenirken,
Ölüyorum ben,
Oysaki vakit henüz çok erken. 
Yarım kalan şiir dizeleri gibi,
Geceleri doğan güneş gibi,
Şarap şişelerinde arıyorum seni.
Tüketemediğim umutlarım karanlığa karışırken,
Gidiyorsun sen,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Gözyaşlarım buharlaşırken, şu mevsim benliğini şaşırmış son bahar gecesinde,
"Elveda" diyorsun bana,
Oysaki vakit henüz çok erken.
Ve kalkıp giderken yanımdan öylece,  
"Elveda" diyorsun bana,
Sanki yabancıymışım gibi,
"Veda" ediyorsun bana..
Oysaki sevgilim,
Vakit henüz çok erken.
Beraber içeceğimiz kadeh kadeh,
Yalnızlıklarımız varken,
Gitmek için vakit,henüz çok erken.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Ay'ın Karanlık Yüzü



Yemin ederim sadece kurgu valla bak!   



Her insanın karanlık bir yüzü daha olduğunu, kendininkini görünce öğrenmişti. Her gün, her Allah’ın günü o aynaya baktığında aynı lanet yüzü görüyordu. Ne zaman kendiyle yalnız kalmaya karar verse o zaman durup insanları düşünüyordu. Kimi zaman duvarları rutubetli odasının penceresinden kafasını usulca çıkarıp düşünürdü insanları, kimi zaman da birkaç satır bir şeyler yazarken. Çünkü en çok bu zamanlarda kendiyle yalnız kaldığını hissediyordu. Gökyüzünün en hain zamanlarına şahitlik ettiği dakikalarda, gözleri yine ayı aramıştı. Biliyordu çoğu insan ayı severdi. Belki de sevmezdi. Onların sevdikleri ay değildi. Yakamozdu, dolunaydı. Ama ay değildi. Hiç olmamıştı. Biliyordu. Çünkü hiçbir insan birisini veya bir şeyi o olduğu için değil, onun yaptıkları için severdi. Biliyordu, çünkü her aşkın sonu da bununla benzerlik gösteriyordu. İnsanlar karşısındaki kişiden çok, karşısındaki insanın sevgisini severdi. Hoş gerçi o aşkın tamamen bir yalandan ibaret olduğuna inanıyordu. Ama bunu düşünemezdi. Aşk asla klasik bir yazar gibi onun konusu olmamıştı. Evet, belki aşık olmuş olabilirdi, birkaç satır bir şeyler karalamış, şiirler yazmış olabilirdi. Ama onun konusu aşk değildi. Onun konusu ölümdü. Büyük ihtimalle bu değişmeyecekti. Seçtiği bu konu, onun hayatı boyunca tepki toplamasına neden olacaktı biliyordu. Çünkü insanları çok iyi  tanıyordu. Ama yine de bu konudan vazgeçmeyecekti. “Neden ölüm?” diye soran herkese uydurduğu fakat en ufak bir doğruluk payı olmayan bir cevabı vardı; “Kimse yaşamayı hak etmiyor.” Oysa ki bu, doğru cevap değildi. Oysa ki bu ayın bir diğer yüzüydü! Ayın karanlık yüzüne şahit olduğunda, o günün klasik bir gün olacağını ümit ediyordu. Çünkü yine aynı lanet yüzle aynaya bakmış, yine her gün uyandığında en ufak bir değişiklik göstermeden, aynı rengine boyanan gökyüzünü görmüş ve yine aynı yerde, aynı kişi olarak uyanmıştı. Bu “aynı” durumu elbette ki canını sıkıyordu fakat buna aldırış etmiyor, alışmaya çalışıyordu. Bir süre sonra alışmıştı da. O gün biraz dışarıya çıkmıştı. Hava hafiften serindi. İnce ince yağmur yağıyordu. Tatlı tatlı insanın ruhunu okşayan bir rüzgar, ona hem küfür ettirmeye hem de dünyanın bütün güzelliklerini hatırlattırmaya yetiyordu. Fakat o yine küfür etmeyi seçip hayatını bir kez daha boş vermişlikten gelmişti. Rast gele girdiği bir marketten bir şişe şarap almış, evinin yolunu tutmuştu. Evine girdiğinde de her şey yolundaydı. Şarabını açmış, pikabının gramofonundan gelen o güzel şarkılara eşlik bile etmişti. Başka bir plak alıp onu takmaya bile üşenmemişti bu kez. Şarkılar yükseldikçe keyfi yerine geliyor biraz daha içiyordu. Fakat kafasını dışarıya doğru çevirdiği anda bir terslik olduğunu  anlamıştı. Zeus’un ya keyfi kaçmıştı ya da keyfi oldukça yerindeydi. Keyfi oldukça yerindeyse daima sokaklara işerdi, keyfi yoksa da bütün gece ağladığı bile olurdu. Biliyordu, çünkü Zeus’u da kendi kadar iyi tanıyordu. Fakat bu seferki Zeus değildi. Bu sefer gökyüzü ağlıyordu. Çünkü Zeus ölmüştü! Bir daha yağmur yağamayacak mıydı? Her şey gökyüzünün keyfine mi kalmıştı?! Bu hiç adil değildi oysa ki! Bu adil olamazdı! İşte o gün görmüştü ayın karanlık yüzünü. Ay, yağmurdan her zaman korkan bir korkak olarak kalacaktı! Yağmur yağdığı hiçbir gün görünmezdi. Çünkü ay, Zeus’un katiliydi! İşte o gün onun hayatında da artık bazı şeylerin değişmesinin vaktinin geldiğini anlamıştı. Biran için duraksamış, şarabının durduğu o küçük ama zarif sehpayı tek el hareketiyle devirmişti. Bunu yaparken onu asla yalnız bırakmayan gözyaşları da ona eşlik etmişti. Pikabındaki plağı büyük bir hırsla çıkartıp bir köşeye fırlatmıştı. Sonra da salonun en köşesindeki koltuğa geçip, gök gürültülerine meydan okurmuşçasına hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. Neden ağladığını yine bilmediği bir zamandı bu. Zeus’a üzülmüş olmalıydı. O gün bütün bunları yaşadıktan gözlerine tavana dikip o rutubet kokusu içindeki odasında uykuya dalmıştı. Uyandığında ise artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, olamayacağını biliyordu. Hep yaptığı gibi insanları düşünmeye başladı. Aslında hepsi özünde aynıydı. (Bana alınmayın bu aynı olan noktayı söylersem size hayatın sırrını vermiş olurum. Lütfen devam edelim.) Fakat hepsini farklı kılan özellikleri vardı. Ama onun konusu bu farklılıklar veya aynılıklar değil, onları nasıl öldürebileceği olmuştu. Çünkü hepsi yağmuru sevdiğini söyleyip, şemsiyelerini de alıp köşe bucak yağmurdan kaçarlardı.

Merhaba !

Merhaba,
Annem, babam, ablam, amcam, hocam, arkadaşlarım, yabancılarım, takipçilerim, yanlışlıkla girenler, aradığını burada bulamayanlar, merhaba ! Bu blog gözünüzü korkutmasın gözünüzü seveyim. Buradakilerin gerçeğe dayanmadığını siz de biliyorsunuz. Normalde bu kadar manyak olmadığımı siz de biliyorsunuz. Aman gözünüzü seveyim, havalar değişken, kendinize iyi bakın!

5 Ekim 2013 Cumartesi

İnti(kam)har

Henüz gecenin soğukluğu varken havada, odasından içeriye sızan güneş ışığı onu rahatsız etmişti. Havadaki bu serinlik bütün hücrelerine teker teker uğrayıp onun hafif de olsa üşümesine neden olmuştu. Henüz, yaz aşklarının ayrılmadığı bir vakitti. Her şeyin üstüne geldiğini hissettiği bir zamandaydı. Yaşamaya çalışıyordu kendi çapında. Aslında onu sıkan, üzen hiçbir şey yoktu düşündüğü zaman. Ama içinde onu yiyip bitiren bir şey vardı. Gün geçtikçe onu güçsüz kılan bir şeydi bu.  Kendini bildiğinden beri bu duyguyla yaşıyordu. Hep bir şeyler eksik gibi. Herhangi bir derdi olduğunda kimseyle paylaşmaz ve onu kendi içinde çözmeye çalışırdı. Hemen hemen bütün sorunlarına bu şekilde çözüm bulabilmişti. Her şeyi içine atmasının nedenini o da bilmiyordu aslında. Belki insanların onu tanımasını istemiyordu. 




Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Tek el kurşun sesi... Düşüncelerini bölen bu sese neyin neden olduğuna bakmak için hemen pencereye koştu. Evi tek katlı, bir odası olan ve bir salonu olan, mutfağı ve banyosu ile ona yetecek büyüklükteydi. Çünkü tek başına yaşıyordu. Hoş, yaşamayı bırakalı çok olmuştu. Mutfak dağınık ve pisti. Salonda, yerde bira şişeleri, sigara izmaritleri ve boş ilaç kutuları vardı. Odasının hali de çok farklı değildi. Odaya girer girmez karşıda yan bir şekilde duran bir yatak vardı, demir ve eskimiş yatak başı ile duvara dayalı olarak duruyordu. Yatağının karşısında ise eski bir giysi dolabı vardı. Yatağı ve dolabının karşısındaki duvarda ise duvara sabitlenmiş olan bir televizyon vardı. Ve televizyonun çaprazında ise duran tekli ama büyük bir koltuk vardı. Evi fazla umurunda değildi. Bu yüzden evini en son ne zaman temizlediği önemli değildi. Bir ara bir temizlikçi tutmuş, sonra düzenini bozduğunu söyleyerek onu da işten çıkarmıştı. Odasındaki pencereden dışarıya baktığında panik içinde birkaç insanın etrafta koştuğunu gördü. Kurşun sesiyle alakalı olduğunu düşündü. İnsanların koştuğu noktaya bakınca yanılmadığını anladı. Bir adam yerde öylece yatıyordu. Peki, bunu kim yapmıştı? Üstelik saat daha sabahın altısıydı. Bu işler gece halledilmeliydi. İnsan, başka birini de öldürecekse veya kendini de öldürecekse bunu gece yapmalıydı. Gündüz gözü çok dikkat çekerdi. Ama gece bütün pis işlerin döndüğü karanlık saatleri barındıran iğrenç bir vakitti. Hele yağmur varsa, cinayet kaçınılmazdır. Yağmur öldürür, gece ise onları karanlığa gömerdi. Karanlık çoğunlukla gizemi de beraberinde getirirdi. Pencereden dışarıya bakarken, ambulansın siren sesleri onun düşüncelerini böldü. Adam ölmüş müydü? Ölmüş olmasaydı onun üstünü siyah bir tıbbi örtüyle kapatıp sedye ile ambulansa bindirirler miydi? Sanırım bu çok sık görebileceği bir şey değildi. Olayın ne olduğunu merak etmişti. Tek merak eden o değildi. Çevredeki çoğu insan merak etmişti, biliyordu. Ama onun merak ettiği şey, diğer insanların merak ettiğinden çok farklı bir şeydi. O, adamın nasıl öldüğü ile ilgilenmiyordu -hoş silah sesi bunu açıklıyordu zaten- o, adamın öldürülüp öldürülmediğini merak ediyordu. İntihar ettiyse de neden intihar etmişti? Öldürüldüyse de neden öldürülmüştü? Ona mantıklı gelen şey, cinayet değil intihardı. Çünkü insan birinin canını ne diye alırdı ki? Onun da bir hayatı vardı. Ama intihar öyle değildi. İntihar eden birisinin ya başka çözüm yolu yoktur ya da hayattan kaçmak istemiştir. O da birçok kez hayattan kaçmayı düşünmüştü ama yapamamıştı. En iyi intihar neydi? İlaç mı, silah mı, kendini asmak mı, uyuşturucu almak mı? En iyi intihar yöntemini bilmiyordu. Hala pencereden bakıyordu ve isteyerek iki kişinin konuşmasını dinledi;
-Ne olmuş? Ne olmuş?
-Adam yolun ortasında öldürmüş kendini!
-Ay deme! Neden yaptı acaba gencecik de adam tüh!
-Ya sorma, Allah rahmet eylesin ne diyelim.
-Valla öyle komşum. İyi adamdı, Allah rahmet eylesin!
“Ne kadar boş konuşan insanlar var!” diye geçirdi içinden. Demek adam intihar etmişti. Pencereden içeriye girdi. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Acaba neden intihar etmişti? Ve buna nasıl cesaret etmişti? Hem de sabah sabah ve insanların olduğu bir zamanda. Düşünceleri yoğunlaşa yoğunlaşa uyuya kalmıştı. Tekrar uyandığında saat on bir falandı, dikkatli bakma zahmetinde bulunmamıştı çünkü. Zaman ilerledikçe düşünceleri derinleşiyordu. Aklı hala intihar eden o adamda kalmıştı. Hala anlam veremiyordu. Buna nasıl cesaret etmişti? Karnının acıktığını hissettiği için yorgun ve uyuşuk adımlarla mutfağa ilerledi. Buzdolabını açtığında birkaç kutu yarım süt, sayamadığı kadar çok biraz kutusu, yarısı yenmiş pastalar, tatlılar ve klasik “kahvaltılık” mönüsünden birkaç parça yiyecek vardı. Mutfağı Cemal Süreya dizeleri gibiydi; derbeder ve pis. “Karın ağrısı çok boktan bir şey, kız olmaktan nefret ediyorum!” diye geçirdi içinden. Çünkü karnına bir ağrı saplanmıştı. Yine de bir şeyler yemeliydi. Dolaptan yarım olan süt kutularından birini aldı. Ve şu her mutfakta olması gerektiğine inandığı erzak dolabından hazır kutu mısır gevreklerinden aldı. Mutfak dolabını açtı, bir kâse aldı. Ve sanki dünyanın en zahmetli işini yaparmışçasına sütü ve mısır gevreğini kâsede karıştırdı. Odasına gitti, televizyonunu açtı, koltuğuna oturdu, mısır gevreğini yemeye başladı. Her sabah aynı şeyi yaptığından bu onun için çok da farklı bir şey sayılmazdı aslında. Bir süre sonra otomatiğe bağlamış bir şekilde sanki kendi elinde olmadan yapıyordu bunları. Salonda zır zır çalan telefonu duymazdan gelip kahvaltısını etmeye devam etti. Karnı hala çok ağrıyordu. Boş gözlerle telefona bakarken yatağının üstünde duran cep telefonu zır zır çalmaya başladı. Basit bir küfür ederek kahvaltısını koltuğa bıraktı, yerinden kalktı ve telefonuna baktı. Arayan annesiydi. Açıp açmamakta çok tereddüt etti.
-Alo?
-Kızım? Nasılsın? Evden de aradım açmadın bir şey mi oldu?
-Ne olacak anne ya! İyiyim ben arayıp durma artık. Duymamışım.
-Tamam, aksileşme hemen. Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?
-Yok anne, teşekkür ederim.
-Bugün senin  yaşadığın o şehir demeye bin şahit lazım olan yere geliyorum.
-Ee? Ne yapayım anne?
-Sana geliyorum.
-Gelme.
-Hani bunları aşmıştık?
-Barışmamız bana gelip sahte gülücüklerle beş çayı yapıp, kek veya şu aptal kurabiyelerden yememizi gerektirmiyor.
-Seni özledim. Bu yüzden geliyorum.
-Hadi ya! Burada bir işin vardır senin. Beni de aradan çıkarmış olursun. Bilmiyorum sanki seni. Hep aynı şeyi yapardın herkese.
-Yapma böyle, üzüyorsun beni.
-Gelme anne! İstemiyorum. Bir daha da aramazsan sevinirim.
-Peki. Başka zaman artık.
-Başka zaman da gelme.
-Peki, iyi günler.
Annesiyle on sekiz yaşından beri hiç görüşmemişti. Şuan yirmi beş yaşındaydı ve en ufak bir özlem duymuyordu. Kavga edip bu eve taşınmıştı zaten. İki yıl önce de annesi telefon etmiş, uzun uzun konuşmuşlar ve öyle barışmışlardı. Onun için endişelenen insanların olmasını sevmiyordu. Çünkü o, kendi için endişelenmeyi uzun süre önce bırakmıştı. Kavga nedenleri de aslında çok basit bir şeydi. On sekiz yaşında ailesinden ayrı eve çıkmak istemişti. İkinci kez üniversite sınavına girmek istemediği için ilk senede girdiği üniversiteye girmek istemişti. Anca bu üniversitede şehir dışında olduğu için ayrı eve çıkmak istemişti. Annesi ise bunu anlayışla karşılamamıştı. Annesi ona güvenmiyordu, tek başına başka bir şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de uzun süren bu kavga büyümüştü. Bunları daha fazla düşünmek istemiyordu, bu yüzden düşüncelerini durdurdu. Koltuğuna tekrar oturdu. Kahvaltısına devam etti. Penceresinden dışarıya bakmak istedi. Kahvaltısı bitmişti. Kâseyi koltuğun üzerine tekrar koydu ve penceresinden baktı. Mevsimler, mevsimliğini bilmiyordu. Yaz ayıydı. Ama hava deli gibi rüzgârlıydı. Evet, yaz ayında rüzgar ne güzel olurdu. Serinletirdi insanı. Ancak bu rüzgar insanı serinletmiyor, aksine sersemleştiriyordu. Biraz daha uyumaya karar verdi. Yatağına öylece uzandı. Uyandığında hava kararmıştı bile. Uyanır uyanmaz yine düşünmeye başladı.  Canı sıkkın gibiydi. Mutluydu, nedenini bilmiyordu ama mutluydu. Her şey onun için yolunda gidiyordu. Yıllardır kendini inandırdığı bir yalandı belki de bu. Yani mutlu olmak. Kendini mutsuz hissetse bile “Mutluyum.” der ve bundan güç alırdı.Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edebilirdi? Mutsuz olduğunda bile “Mutluyum.” demek ona güç veriyor olabilirdi ama mutlu hissettirmiyordu. Hayatı boyunca kaybetmediği tek şey gülümsemesi olmuştu. Ne olursa olsa hep gülerdi. Ama içinde hep eksik bir şey vardı. Sanki hiç kapanmayan, gün geçtikçe tazelenen ve büyüyen bir boşluk gibi, bir acı gibi. Belki de onu bu hale getiren şey oydu. İsmini koyamadığı şu garip his. Bunu geçirecek olan şey neydi bilmiyordu. Gidip zil zurna sarhoş olana kadar içmeliydi belki de. Evet, evet bunu yapacaktı! Biraz kafasını dağıtmak iyi gelebilirdi. İyi gelecekti. Biliyordu. Eski giysi dolabından bir şort ve bir de tişört aldı. Düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve artık hava iyice kararmıştı. Sersemleten rüzgara önlem olarak da ince bir hırka aldı dolabından. Vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi ve merdivenleri tak tak diye ses çıkarta çıkarta aşağıya indi. Yakınlarda bildiği güzel bir bar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Gecenin kendine has sarhoş eden bir tadı vardı zaten. Bu yüzden sarhoş olmak için çok içmesine gerek kalmayacaktı. İçeriye girdi. İçeriye girer girmez bütün erkeklerin gözü bir kez de olsa onu süzmüştü. Fakat onun tanıdık bir yüz olduğunu fark edince hiçbiri ikinci kez bakma zahmetinde bulunmamıştı. Barmenin etrafında çevrili olan uzun ve kıvrımlı masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu. Etrafı sarı ve loş ışıklar aydınlatıyordu. Yere dökülen biralardan yerler pis ve yapış yapıştı. İnsanların buna pek aldırış ettiği söylenemezdi. Herkes içkisiyle birlikte keyfine bakıyordu. Bu barı özel kılan buraya sık sık gelmesi dışında, burada çalışan barmenin lise arkadaşı olmasıydı. Sevdiği ve kendine yakın gördüğü bir arkadaşıydı. Liseden beri hiç kopmamışlardı. Hep görüşürlerdi. Arkadaşı bu barda çalışmaya başlayalı iki ya da üç yıl olmuştu. O günden beri bu bara geliyordu zaten. Bundan önce hep gittiği bir bar vardı. Arkadaşı burada çalışmaya başlayınca da buraya gelmeye başlamıştı. Kısa bir muhabbet ettiler.

-Bu gece sarhoş olmak için geldim.
-Ne oldu?
-Yok bir şey kafamı dağıtmak istiyorum.
-Emin misin?
-Bana içki verecek misin artık? Yoksa başka bara mı gideyim?
-Eve nasıl gideceksin? Saçmalama sarhoş olmana izin veremem.
-Beni sen bıraksan? Lütfen, iki adımlık yer biliyorsun.
-İyice saçmaladın sabah çıkıyorum ben buradan.
-Tamam. Ben de sabaha kadar içerim. Bunca yıllık arkadaşınım.
-Sana bunu yapamam.
-Bunu ben istiyorum. Erken çık bugün. Bir şeyler yap lütfen. Tek arkadaşım sensin bu çevrede.
-İyi, iç bakalım. Her zamankinden mi hanımefendi?
-Evet, lütfen. Teşekkür ederim.
-Al bakalım ve kapat çeneni.
-Tamam tamam.

Gece dörde kadar durmadan içti. Zil zurna sarhoşluğu zirvelerde yaşıyordu. Arkadaşı zar zor aldığı izin aldığı işinden sadece ona söz verdiği için iki saat kadar erken çıkmıştı. Yaklaşık on senedir hatta daha bile uzun süredir arkadaş oldukları için arkadaşının ricasını geri çevirememişti. İçmekten neredeyse baygın durumdaydı, yürüyemiyordu. Bu yüzden arkadaşı onu kucağına almış o şekilde evine götürüyordu. Şortunun cebinden evin anahtarını aldı, kapıyı açtı. Onu yatak odasında yatağına yatırdı ve evden çıktı. Sabah uyandığında –sabah değildi lafın gelişi saat öğlen üçtü- dört dörtlük bir baş ağrısıyla karşı karşıyaydı. Tam tahmin ettiği gibi. Ama çok rahatlamıştı. Sanki bütün kötü şeyler gecenin karanlığına ve içkilere karışıp gitmişti. Mutluydu. Ve bu mutluluk lafın gelişi değildi. Televizyonuna yapıştırılmış bir notu zar zor okudu; “Sözümü tuttum. Bir daha bu kadar dağıtma kendini, lütfen. Bir gün de gel adam akıllı konuş. Dök içini. Bir bardak viski de veririm. İyi geceler.” Hafif bir tebessüm ettikten sonra kafasını tekrar yastığa koydu. Leş gibi içki kokuyordu. Duş alması gerekiyordu. Zar zor da olsa ayağa kalktı. Ve duşa girdi. Çıktığında kendini iyice rahatlamış ve ferahlamış hissediyordu. Saçlarını kuruttuktan sonra üstüne rahat kıyafetler giydi. Biran için daldı, aklına geçen gün intihar eden adam gelmişti. Hala anlam veremiyordu. Hayattan vazgeçtiği çok zaman olmuştu. Yaşamak istemediği, yaşamdan vazgeçtiği, umutlarını yitirdiği çok dakika olmuştu hayatında. Ama o pes etmemişti. Belki hep dimdik duramamıştı hayatta ama hayattan vazgeçmemişti. Aslında bir kez çok yaklaşmıştı pes etmeye. Kendini camdan öylece gecenin karanlığına bırakmaya çok yaklaşmıştı. Ama yapamamıştı. Hayatı boyunca dimdik duramamıştı ama pes de etmemişti. Hala onu yaşama bağlayan bir şeyler vardı. Yaşamalıydı. Çünkü ölünce eline hiçbir şey geçmeyecekti. Oysa ki o adam bunları hiç düşünmeden intihar etmişti. Belki de hayattan intikam almıştı. Onu bu kadar yoran bu kadar sıkan bir hayattan intikam almak için intihar etmişti. Bu ona en mantıklı çıkış yolu gibi gelmişti. Aynı şu herkesin sevdiği ve beğendiği eserler gibi kafada soru işareti bırakan bir sonu vardı adamın. Üstelik tamamen bir soru işareti bırakıyordu kafada. Nedeni de nasıl olduğu da bilinmiyordu. Evet,  intihar etmişti, nasıl olduğu sorusuna az çok cevap veriyordu bu. Ama neden? Neden intihar etmişti? Çok mu mutsuzdu? Hayır, bu onu yapamazdı. Hayattan intikam almak hala ona en mantıklı cevap gibi geliyordu. Ama değer miydi bunu da bilemiyordu. Düşündükçe işin biraz daha içine giriyordu, düşünceleri biraz daha yoğunlaşıyordu, derinleşiyordu. İşin içinden çıkamayacağı bir hale gelecekti yakında. Bunu bildiği için başka şeyler düşünmeye karar verdi. Ona ne olacaktı? Bu şekilde yaşamaya devam mı edecekti? Yoksa sonu o adamınki gibi mi olacaktı? Bunu tahmin edemiyordu. Onu bu hale getiren hayatsa neden hayata meydan okumuyordu? Meydan okumak, intikam almaktan daha etkili bir yöntemdi, biliyordu. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi verirken sanki her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldi. Evet! İşte bu! Her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü maviyse bunun bir anlamı olmalıydı, kuşların ötmesinin bir anlamı olmalıydı, mevsimlerin şaşmasının bir anlamı olmalıydı, insanların bencil olmasının bir anlamı olmalıydı, o adamın intihar etmesinin bir anlamı olmalıydı. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve bu anlamlar onun için yüklenmişti. O aydınlansın diye. Artık o bir şeyleri farkına varsın diye. Derin bir nefes daha aldı. Yine verirken her şeyin bir anlamı olduğunu ve bu anlamların onun için yüklenmiş olduğunu düşündü. Sokak kapısına yürüdü. Aşağıya indi. Ve omuzları dimdik kapıdan çıktı.