5 Ekim 2013 Cumartesi

İnti(kam)har

Henüz gecenin soğukluğu varken havada, odasından içeriye sızan güneş ışığı onu rahatsız etmişti. Havadaki bu serinlik bütün hücrelerine teker teker uğrayıp onun hafif de olsa üşümesine neden olmuştu. Henüz, yaz aşklarının ayrılmadığı bir vakitti. Her şeyin üstüne geldiğini hissettiği bir zamandaydı. Yaşamaya çalışıyordu kendi çapında. Aslında onu sıkan, üzen hiçbir şey yoktu düşündüğü zaman. Ama içinde onu yiyip bitiren bir şey vardı. Gün geçtikçe onu güçsüz kılan bir şeydi bu.  Kendini bildiğinden beri bu duyguyla yaşıyordu. Hep bir şeyler eksik gibi. Herhangi bir derdi olduğunda kimseyle paylaşmaz ve onu kendi içinde çözmeye çalışırdı. Hemen hemen bütün sorunlarına bu şekilde çözüm bulabilmişti. Her şeyi içine atmasının nedenini o da bilmiyordu aslında. Belki insanların onu tanımasını istemiyordu. 




Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Tek el kurşun sesi... Düşüncelerini bölen bu sese neyin neden olduğuna bakmak için hemen pencereye koştu. Evi tek katlı, bir odası olan ve bir salonu olan, mutfağı ve banyosu ile ona yetecek büyüklükteydi. Çünkü tek başına yaşıyordu. Hoş, yaşamayı bırakalı çok olmuştu. Mutfak dağınık ve pisti. Salonda, yerde bira şişeleri, sigara izmaritleri ve boş ilaç kutuları vardı. Odasının hali de çok farklı değildi. Odaya girer girmez karşıda yan bir şekilde duran bir yatak vardı, demir ve eskimiş yatak başı ile duvara dayalı olarak duruyordu. Yatağının karşısında ise eski bir giysi dolabı vardı. Yatağı ve dolabının karşısındaki duvarda ise duvara sabitlenmiş olan bir televizyon vardı. Ve televizyonun çaprazında ise duran tekli ama büyük bir koltuk vardı. Evi fazla umurunda değildi. Bu yüzden evini en son ne zaman temizlediği önemli değildi. Bir ara bir temizlikçi tutmuş, sonra düzenini bozduğunu söyleyerek onu da işten çıkarmıştı. Odasındaki pencereden dışarıya baktığında panik içinde birkaç insanın etrafta koştuğunu gördü. Kurşun sesiyle alakalı olduğunu düşündü. İnsanların koştuğu noktaya bakınca yanılmadığını anladı. Bir adam yerde öylece yatıyordu. Peki, bunu kim yapmıştı? Üstelik saat daha sabahın altısıydı. Bu işler gece halledilmeliydi. İnsan, başka birini de öldürecekse veya kendini de öldürecekse bunu gece yapmalıydı. Gündüz gözü çok dikkat çekerdi. Ama gece bütün pis işlerin döndüğü karanlık saatleri barındıran iğrenç bir vakitti. Hele yağmur varsa, cinayet kaçınılmazdır. Yağmur öldürür, gece ise onları karanlığa gömerdi. Karanlık çoğunlukla gizemi de beraberinde getirirdi. Pencereden dışarıya bakarken, ambulansın siren sesleri onun düşüncelerini böldü. Adam ölmüş müydü? Ölmüş olmasaydı onun üstünü siyah bir tıbbi örtüyle kapatıp sedye ile ambulansa bindirirler miydi? Sanırım bu çok sık görebileceği bir şey değildi. Olayın ne olduğunu merak etmişti. Tek merak eden o değildi. Çevredeki çoğu insan merak etmişti, biliyordu. Ama onun merak ettiği şey, diğer insanların merak ettiğinden çok farklı bir şeydi. O, adamın nasıl öldüğü ile ilgilenmiyordu -hoş silah sesi bunu açıklıyordu zaten- o, adamın öldürülüp öldürülmediğini merak ediyordu. İntihar ettiyse de neden intihar etmişti? Öldürüldüyse de neden öldürülmüştü? Ona mantıklı gelen şey, cinayet değil intihardı. Çünkü insan birinin canını ne diye alırdı ki? Onun da bir hayatı vardı. Ama intihar öyle değildi. İntihar eden birisinin ya başka çözüm yolu yoktur ya da hayattan kaçmak istemiştir. O da birçok kez hayattan kaçmayı düşünmüştü ama yapamamıştı. En iyi intihar neydi? İlaç mı, silah mı, kendini asmak mı, uyuşturucu almak mı? En iyi intihar yöntemini bilmiyordu. Hala pencereden bakıyordu ve isteyerek iki kişinin konuşmasını dinledi;
-Ne olmuş? Ne olmuş?
-Adam yolun ortasında öldürmüş kendini!
-Ay deme! Neden yaptı acaba gencecik de adam tüh!
-Ya sorma, Allah rahmet eylesin ne diyelim.
-Valla öyle komşum. İyi adamdı, Allah rahmet eylesin!
“Ne kadar boş konuşan insanlar var!” diye geçirdi içinden. Demek adam intihar etmişti. Pencereden içeriye girdi. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Acaba neden intihar etmişti? Ve buna nasıl cesaret etmişti? Hem de sabah sabah ve insanların olduğu bir zamanda. Düşünceleri yoğunlaşa yoğunlaşa uyuya kalmıştı. Tekrar uyandığında saat on bir falandı, dikkatli bakma zahmetinde bulunmamıştı çünkü. Zaman ilerledikçe düşünceleri derinleşiyordu. Aklı hala intihar eden o adamda kalmıştı. Hala anlam veremiyordu. Buna nasıl cesaret etmişti? Karnının acıktığını hissettiği için yorgun ve uyuşuk adımlarla mutfağa ilerledi. Buzdolabını açtığında birkaç kutu yarım süt, sayamadığı kadar çok biraz kutusu, yarısı yenmiş pastalar, tatlılar ve klasik “kahvaltılık” mönüsünden birkaç parça yiyecek vardı. Mutfağı Cemal Süreya dizeleri gibiydi; derbeder ve pis. “Karın ağrısı çok boktan bir şey, kız olmaktan nefret ediyorum!” diye geçirdi içinden. Çünkü karnına bir ağrı saplanmıştı. Yine de bir şeyler yemeliydi. Dolaptan yarım olan süt kutularından birini aldı. Ve şu her mutfakta olması gerektiğine inandığı erzak dolabından hazır kutu mısır gevreklerinden aldı. Mutfak dolabını açtı, bir kâse aldı. Ve sanki dünyanın en zahmetli işini yaparmışçasına sütü ve mısır gevreğini kâsede karıştırdı. Odasına gitti, televizyonunu açtı, koltuğuna oturdu, mısır gevreğini yemeye başladı. Her sabah aynı şeyi yaptığından bu onun için çok da farklı bir şey sayılmazdı aslında. Bir süre sonra otomatiğe bağlamış bir şekilde sanki kendi elinde olmadan yapıyordu bunları. Salonda zır zır çalan telefonu duymazdan gelip kahvaltısını etmeye devam etti. Karnı hala çok ağrıyordu. Boş gözlerle telefona bakarken yatağının üstünde duran cep telefonu zır zır çalmaya başladı. Basit bir küfür ederek kahvaltısını koltuğa bıraktı, yerinden kalktı ve telefonuna baktı. Arayan annesiydi. Açıp açmamakta çok tereddüt etti.
-Alo?
-Kızım? Nasılsın? Evden de aradım açmadın bir şey mi oldu?
-Ne olacak anne ya! İyiyim ben arayıp durma artık. Duymamışım.
-Tamam, aksileşme hemen. Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?
-Yok anne, teşekkür ederim.
-Bugün senin  yaşadığın o şehir demeye bin şahit lazım olan yere geliyorum.
-Ee? Ne yapayım anne?
-Sana geliyorum.
-Gelme.
-Hani bunları aşmıştık?
-Barışmamız bana gelip sahte gülücüklerle beş çayı yapıp, kek veya şu aptal kurabiyelerden yememizi gerektirmiyor.
-Seni özledim. Bu yüzden geliyorum.
-Hadi ya! Burada bir işin vardır senin. Beni de aradan çıkarmış olursun. Bilmiyorum sanki seni. Hep aynı şeyi yapardın herkese.
-Yapma böyle, üzüyorsun beni.
-Gelme anne! İstemiyorum. Bir daha da aramazsan sevinirim.
-Peki. Başka zaman artık.
-Başka zaman da gelme.
-Peki, iyi günler.
Annesiyle on sekiz yaşından beri hiç görüşmemişti. Şuan yirmi beş yaşındaydı ve en ufak bir özlem duymuyordu. Kavga edip bu eve taşınmıştı zaten. İki yıl önce de annesi telefon etmiş, uzun uzun konuşmuşlar ve öyle barışmışlardı. Onun için endişelenen insanların olmasını sevmiyordu. Çünkü o, kendi için endişelenmeyi uzun süre önce bırakmıştı. Kavga nedenleri de aslında çok basit bir şeydi. On sekiz yaşında ailesinden ayrı eve çıkmak istemişti. İkinci kez üniversite sınavına girmek istemediği için ilk senede girdiği üniversiteye girmek istemişti. Anca bu üniversitede şehir dışında olduğu için ayrı eve çıkmak istemişti. Annesi ise bunu anlayışla karşılamamıştı. Annesi ona güvenmiyordu, tek başına başka bir şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de uzun süren bu kavga büyümüştü. Bunları daha fazla düşünmek istemiyordu, bu yüzden düşüncelerini durdurdu. Koltuğuna tekrar oturdu. Kahvaltısına devam etti. Penceresinden dışarıya bakmak istedi. Kahvaltısı bitmişti. Kâseyi koltuğun üzerine tekrar koydu ve penceresinden baktı. Mevsimler, mevsimliğini bilmiyordu. Yaz ayıydı. Ama hava deli gibi rüzgârlıydı. Evet, yaz ayında rüzgar ne güzel olurdu. Serinletirdi insanı. Ancak bu rüzgar insanı serinletmiyor, aksine sersemleştiriyordu. Biraz daha uyumaya karar verdi. Yatağına öylece uzandı. Uyandığında hava kararmıştı bile. Uyanır uyanmaz yine düşünmeye başladı.  Canı sıkkın gibiydi. Mutluydu, nedenini bilmiyordu ama mutluydu. Her şey onun için yolunda gidiyordu. Yıllardır kendini inandırdığı bir yalandı belki de bu. Yani mutlu olmak. Kendini mutsuz hissetse bile “Mutluyum.” der ve bundan güç alırdı.Kendini kandırmaya daha ne kadar devam edebilirdi? Mutsuz olduğunda bile “Mutluyum.” demek ona güç veriyor olabilirdi ama mutlu hissettirmiyordu. Hayatı boyunca kaybetmediği tek şey gülümsemesi olmuştu. Ne olursa olsa hep gülerdi. Ama içinde hep eksik bir şey vardı. Sanki hiç kapanmayan, gün geçtikçe tazelenen ve büyüyen bir boşluk gibi, bir acı gibi. Belki de onu bu hale getiren şey oydu. İsmini koyamadığı şu garip his. Bunu geçirecek olan şey neydi bilmiyordu. Gidip zil zurna sarhoş olana kadar içmeliydi belki de. Evet, evet bunu yapacaktı! Biraz kafasını dağıtmak iyi gelebilirdi. İyi gelecekti. Biliyordu. Eski giysi dolabından bir şort ve bir de tişört aldı. Düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve artık hava iyice kararmıştı. Sersemleten rüzgara önlem olarak da ince bir hırka aldı dolabından. Vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi ve merdivenleri tak tak diye ses çıkarta çıkarta aşağıya indi. Yakınlarda bildiği güzel bir bar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Gecenin kendine has sarhoş eden bir tadı vardı zaten. Bu yüzden sarhoş olmak için çok içmesine gerek kalmayacaktı. İçeriye girdi. İçeriye girer girmez bütün erkeklerin gözü bir kez de olsa onu süzmüştü. Fakat onun tanıdık bir yüz olduğunu fark edince hiçbiri ikinci kez bakma zahmetinde bulunmamıştı. Barmenin etrafında çevrili olan uzun ve kıvrımlı masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu. Etrafı sarı ve loş ışıklar aydınlatıyordu. Yere dökülen biralardan yerler pis ve yapış yapıştı. İnsanların buna pek aldırış ettiği söylenemezdi. Herkes içkisiyle birlikte keyfine bakıyordu. Bu barı özel kılan buraya sık sık gelmesi dışında, burada çalışan barmenin lise arkadaşı olmasıydı. Sevdiği ve kendine yakın gördüğü bir arkadaşıydı. Liseden beri hiç kopmamışlardı. Hep görüşürlerdi. Arkadaşı bu barda çalışmaya başlayalı iki ya da üç yıl olmuştu. O günden beri bu bara geliyordu zaten. Bundan önce hep gittiği bir bar vardı. Arkadaşı burada çalışmaya başlayınca da buraya gelmeye başlamıştı. Kısa bir muhabbet ettiler.

-Bu gece sarhoş olmak için geldim.
-Ne oldu?
-Yok bir şey kafamı dağıtmak istiyorum.
-Emin misin?
-Bana içki verecek misin artık? Yoksa başka bara mı gideyim?
-Eve nasıl gideceksin? Saçmalama sarhoş olmana izin veremem.
-Beni sen bıraksan? Lütfen, iki adımlık yer biliyorsun.
-İyice saçmaladın sabah çıkıyorum ben buradan.
-Tamam. Ben de sabaha kadar içerim. Bunca yıllık arkadaşınım.
-Sana bunu yapamam.
-Bunu ben istiyorum. Erken çık bugün. Bir şeyler yap lütfen. Tek arkadaşım sensin bu çevrede.
-İyi, iç bakalım. Her zamankinden mi hanımefendi?
-Evet, lütfen. Teşekkür ederim.
-Al bakalım ve kapat çeneni.
-Tamam tamam.

Gece dörde kadar durmadan içti. Zil zurna sarhoşluğu zirvelerde yaşıyordu. Arkadaşı zar zor aldığı izin aldığı işinden sadece ona söz verdiği için iki saat kadar erken çıkmıştı. Yaklaşık on senedir hatta daha bile uzun süredir arkadaş oldukları için arkadaşının ricasını geri çevirememişti. İçmekten neredeyse baygın durumdaydı, yürüyemiyordu. Bu yüzden arkadaşı onu kucağına almış o şekilde evine götürüyordu. Şortunun cebinden evin anahtarını aldı, kapıyı açtı. Onu yatak odasında yatağına yatırdı ve evden çıktı. Sabah uyandığında –sabah değildi lafın gelişi saat öğlen üçtü- dört dörtlük bir baş ağrısıyla karşı karşıyaydı. Tam tahmin ettiği gibi. Ama çok rahatlamıştı. Sanki bütün kötü şeyler gecenin karanlığına ve içkilere karışıp gitmişti. Mutluydu. Ve bu mutluluk lafın gelişi değildi. Televizyonuna yapıştırılmış bir notu zar zor okudu; “Sözümü tuttum. Bir daha bu kadar dağıtma kendini, lütfen. Bir gün de gel adam akıllı konuş. Dök içini. Bir bardak viski de veririm. İyi geceler.” Hafif bir tebessüm ettikten sonra kafasını tekrar yastığa koydu. Leş gibi içki kokuyordu. Duş alması gerekiyordu. Zar zor da olsa ayağa kalktı. Ve duşa girdi. Çıktığında kendini iyice rahatlamış ve ferahlamış hissediyordu. Saçlarını kuruttuktan sonra üstüne rahat kıyafetler giydi. Biran için daldı, aklına geçen gün intihar eden adam gelmişti. Hala anlam veremiyordu. Hayattan vazgeçtiği çok zaman olmuştu. Yaşamak istemediği, yaşamdan vazgeçtiği, umutlarını yitirdiği çok dakika olmuştu hayatında. Ama o pes etmemişti. Belki hep dimdik duramamıştı hayatta ama hayattan vazgeçmemişti. Aslında bir kez çok yaklaşmıştı pes etmeye. Kendini camdan öylece gecenin karanlığına bırakmaya çok yaklaşmıştı. Ama yapamamıştı. Hayatı boyunca dimdik duramamıştı ama pes de etmemişti. Hala onu yaşama bağlayan bir şeyler vardı. Yaşamalıydı. Çünkü ölünce eline hiçbir şey geçmeyecekti. Oysa ki o adam bunları hiç düşünmeden intihar etmişti. Belki de hayattan intikam almıştı. Onu bu kadar yoran bu kadar sıkan bir hayattan intikam almak için intihar etmişti. Bu ona en mantıklı çıkış yolu gibi gelmişti. Aynı şu herkesin sevdiği ve beğendiği eserler gibi kafada soru işareti bırakan bir sonu vardı adamın. Üstelik tamamen bir soru işareti bırakıyordu kafada. Nedeni de nasıl olduğu da bilinmiyordu. Evet,  intihar etmişti, nasıl olduğu sorusuna az çok cevap veriyordu bu. Ama neden? Neden intihar etmişti? Çok mu mutsuzdu? Hayır, bu onu yapamazdı. Hayattan intikam almak hala ona en mantıklı cevap gibi geliyordu. Ama değer miydi bunu da bilemiyordu. Düşündükçe işin biraz daha içine giriyordu, düşünceleri biraz daha yoğunlaşıyordu, derinleşiyordu. İşin içinden çıkamayacağı bir hale gelecekti yakında. Bunu bildiği için başka şeyler düşünmeye karar verdi. Ona ne olacaktı? Bu şekilde yaşamaya devam mı edecekti? Yoksa sonu o adamınki gibi mi olacaktı? Bunu tahmin edemiyordu. Onu bu hale getiren hayatsa neden hayata meydan okumuyordu? Meydan okumak, intikam almaktan daha etkili bir yöntemdi, biliyordu. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi verirken sanki her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldi. Evet! İşte bu! Her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü maviyse bunun bir anlamı olmalıydı, kuşların ötmesinin bir anlamı olmalıydı, mevsimlerin şaşmasının bir anlamı olmalıydı, insanların bencil olmasının bir anlamı olmalıydı, o adamın intihar etmesinin bir anlamı olmalıydı. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve bu anlamlar onun için yüklenmişti. O aydınlansın diye. Artık o bir şeyleri farkına varsın diye. Derin bir nefes daha aldı. Yine verirken her şeyin bir anlamı olduğunu ve bu anlamların onun için yüklenmiş olduğunu düşündü. Sokak kapısına yürüdü. Aşağıya indi. Ve omuzları dimdik kapıdan çıktı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder