Kendisi oturup uzun uzun, birçok arkadaşının veya yakınının sıkıntısı, derdini dinlerdi. Bu yüzden tanıdığı herkesi, yakından tanırdı. Oysaki onu tanıyan kimse, tam anlamıyla “o” nu tanımıyordu. Tanıtmak istemiyordu, çünkü insanlar onu o şekilde sevmezdi biliyordu. Zaman ilerledikçe ve yaşı ilerledikçe bu boşluk, büyüdü. Gülümseyişleri biraz daha sahte bir hale gelir oldu. Ne zaman gülse, o gülmüyordu sanki onun yerine başka biri gülüyordu. Bu şekilde hissetmesinin nedenini hala çözememişti. Herkes gibi hissetmeyi cidden çok isterdi. Üzüldüğünde oturup saatlerce ağlamayı, mutlu olduğunda kahkahalar atarak gülmeyi cidden çok istemişti. Ama ağlarken de gülerken de hiçbir şeyi tam anlamıyla hissetmiyordu. Âşık bile olmuştu. Ama tam anlamıyla hissedemiyordu kendini. Duyguları, düşünceleri birbirine karışmıştı. Hep böyle oluyordu ve bundan sıkılmıştı.
Tek el kurşun sesi...
Düşüncelerini bölen bu sese neyin neden olduğuna bakmak için hemen pencereye
koştu. Evi tek katlı, bir odası olan ve bir salonu olan, mutfağı ve banyosu ile
ona yetecek büyüklükteydi. Çünkü tek başına yaşıyordu. Hoş, yaşamayı bırakalı
çok olmuştu. Mutfak dağınık ve pisti. Salonda, yerde bira şişeleri, sigara
izmaritleri ve boş ilaç kutuları vardı. Odasının hali de çok farklı değildi.
Odaya girer girmez karşıda yan bir şekilde duran bir yatak vardı, demir ve
eskimiş yatak başı ile duvara dayalı olarak duruyordu. Yatağının karşısında ise
eski bir giysi dolabı vardı. Yatağı ve dolabının karşısındaki duvarda ise
duvara sabitlenmiş olan bir televizyon vardı. Ve televizyonun çaprazında ise
duran tekli ama büyük bir koltuk vardı. Evi fazla umurunda değildi. Bu yüzden
evini en son ne zaman temizlediği önemli değildi. Bir ara bir temizlikçi
tutmuş, sonra düzenini bozduğunu söyleyerek onu da işten çıkarmıştı. Odasındaki
pencereden dışarıya baktığında panik içinde birkaç insanın etrafta koştuğunu
gördü. Kurşun sesiyle alakalı olduğunu düşündü. İnsanların koştuğu noktaya
bakınca yanılmadığını anladı. Bir adam yerde öylece yatıyordu. Peki, bunu kim
yapmıştı? Üstelik saat daha sabahın altısıydı. Bu işler gece halledilmeliydi.
İnsan, başka birini de öldürecekse veya kendini de öldürecekse bunu gece
yapmalıydı. Gündüz gözü çok dikkat çekerdi. Ama gece bütün pis işlerin döndüğü
karanlık saatleri barındıran iğrenç bir vakitti. Hele yağmur varsa, cinayet
kaçınılmazdır. Yağmur öldürür, gece ise onları karanlığa gömerdi. Karanlık
çoğunlukla gizemi de beraberinde getirirdi. Pencereden dışarıya bakarken,
ambulansın siren sesleri onun düşüncelerini böldü. Adam ölmüş müydü? Ölmüş
olmasaydı onun üstünü siyah bir tıbbi örtüyle kapatıp sedye ile ambulansa
bindirirler miydi? Sanırım bu çok sık görebileceği bir şey değildi. Olayın ne
olduğunu merak etmişti. Tek merak eden o değildi. Çevredeki çoğu insan merak
etmişti, biliyordu. Ama onun merak ettiği şey, diğer insanların merak
ettiğinden çok farklı bir şeydi. O, adamın nasıl öldüğü ile ilgilenmiyordu -hoş
silah sesi bunu açıklıyordu zaten- o, adamın öldürülüp öldürülmediğini merak
ediyordu. İntihar ettiyse de neden intihar etmişti? Öldürüldüyse de neden
öldürülmüştü? Ona mantıklı gelen şey, cinayet değil intihardı. Çünkü insan
birinin canını ne diye alırdı ki? Onun da bir hayatı vardı. Ama intihar öyle
değildi. İntihar eden birisinin ya başka çözüm yolu yoktur ya da hayattan
kaçmak istemiştir. O da birçok kez hayattan kaçmayı düşünmüştü ama yapamamıştı.
En iyi intihar neydi? İlaç mı, silah mı, kendini asmak mı, uyuşturucu almak mı?
En iyi intihar yöntemini bilmiyordu. Hala pencereden bakıyordu ve isteyerek iki
kişinin konuşmasını dinledi;
-Ne olmuş? Ne olmuş?
-Adam yolun ortasında
öldürmüş kendini!
-Ay deme! Neden yaptı acaba
gencecik de adam tüh!
-Ya sorma, Allah rahmet
eylesin ne diyelim.
-Valla öyle komşum. İyi
adamdı, Allah rahmet eylesin!
“Ne kadar boş konuşan
insanlar var!” diye geçirdi içinden. Demek adam intihar etmişti. Pencereden
içeriye girdi. Yatağına uzanıp gözlerini tavana dikti. Acaba neden intihar
etmişti? Ve buna nasıl cesaret etmişti? Hem de sabah sabah ve insanların olduğu
bir zamanda. Düşünceleri yoğunlaşa yoğunlaşa uyuya kalmıştı. Tekrar uyandığında
saat on bir falandı, dikkatli bakma zahmetinde bulunmamıştı çünkü. Zaman
ilerledikçe düşünceleri derinleşiyordu. Aklı hala intihar eden o adamda
kalmıştı. Hala anlam veremiyordu. Buna nasıl cesaret etmişti? Karnının
acıktığını hissettiği için yorgun ve uyuşuk adımlarla mutfağa ilerledi.
Buzdolabını açtığında birkaç kutu yarım süt, sayamadığı kadar çok biraz kutusu,
yarısı yenmiş pastalar, tatlılar ve klasik “kahvaltılık” mönüsünden birkaç
parça yiyecek vardı. Mutfağı Cemal Süreya dizeleri gibiydi; derbeder ve pis.
“Karın ağrısı çok boktan bir şey, kız olmaktan nefret ediyorum!” diye geçirdi
içinden. Çünkü karnına bir ağrı saplanmıştı. Yine de bir şeyler yemeliydi.
Dolaptan yarım olan süt kutularından birini aldı. Ve şu her mutfakta olması
gerektiğine inandığı erzak dolabından hazır kutu mısır gevreklerinden aldı.
Mutfak dolabını açtı, bir kâse aldı. Ve sanki dünyanın en zahmetli işini
yaparmışçasına sütü ve mısır gevreğini kâsede karıştırdı. Odasına gitti,
televizyonunu açtı, koltuğuna oturdu, mısır gevreğini yemeye başladı. Her sabah
aynı şeyi yaptığından bu onun için çok da farklı bir şey sayılmazdı aslında.
Bir süre sonra otomatiğe bağlamış bir şekilde sanki kendi elinde olmadan
yapıyordu bunları. Salonda zır zır çalan telefonu duymazdan gelip kahvaltısını
etmeye devam etti. Karnı hala çok ağrıyordu. Boş gözlerle telefona bakarken
yatağının üstünde duran cep telefonu zır zır çalmaya başladı. Basit bir küfür
ederek kahvaltısını koltuğa bıraktı, yerinden kalktı ve telefonuna baktı.
Arayan annesiydi. Açıp açmamakta çok tereddüt etti.
-Alo?
-Kızım? Nasılsın? Evden de
aradım açmadın bir şey mi oldu?
-Ne olacak anne ya! İyiyim
ben arayıp durma artık. Duymamışım.
-Tamam, aksileşme hemen.
Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?
-Yok anne, teşekkür ederim.
-Bugün senin yaşadığın o şehir demeye bin şahit lazım olan
yere geliyorum.
-Ee? Ne yapayım anne?
-Sana geliyorum.
-Gelme.
-Hani bunları aşmıştık?
-Barışmamız bana gelip sahte
gülücüklerle beş çayı yapıp, kek veya şu aptal kurabiyelerden yememizi
gerektirmiyor.
-Seni özledim. Bu yüzden
geliyorum.
-Hadi ya! Burada bir işin
vardır senin. Beni de aradan çıkarmış olursun. Bilmiyorum sanki seni. Hep aynı
şeyi yapardın herkese.
-Yapma böyle, üzüyorsun
beni.
-Gelme anne! İstemiyorum.
Bir daha da aramazsan sevinirim.
-Peki. Başka zaman artık.
-Başka zaman da gelme.
-Peki, iyi günler.
Annesiyle on sekiz yaşından
beri hiç görüşmemişti. Şuan yirmi beş yaşındaydı ve en ufak bir özlem
duymuyordu. Kavga edip bu eve taşınmıştı zaten. İki yıl önce de annesi telefon
etmiş, uzun uzun konuşmuşlar ve öyle barışmışlardı. Onun için endişelenen insanların
olmasını sevmiyordu. Çünkü o, kendi için endişelenmeyi uzun süre önce
bırakmıştı. Kavga nedenleri de aslında çok basit bir şeydi. On sekiz yaşında
ailesinden ayrı eve çıkmak istemişti. İkinci kez üniversite sınavına girmek
istemediği için ilk senede girdiği üniversiteye girmek istemişti. Anca bu
üniversitede şehir dışında olduğu için ayrı eve çıkmak istemişti. Annesi ise
bunu anlayışla karşılamamıştı. Annesi ona güvenmiyordu, tek başına başka bir
şehirde yapamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden de uzun süren bu kavga büyümüştü.
Bunları daha fazla düşünmek istemiyordu, bu yüzden düşüncelerini durdurdu. Koltuğuna
tekrar oturdu. Kahvaltısına devam etti. Penceresinden dışarıya bakmak istedi.
Kahvaltısı bitmişti. Kâseyi koltuğun üzerine tekrar koydu ve penceresinden
baktı. Mevsimler, mevsimliğini bilmiyordu. Yaz ayıydı. Ama hava deli gibi
rüzgârlıydı. Evet, yaz ayında rüzgar ne güzel olurdu. Serinletirdi insanı.
Ancak bu rüzgar insanı serinletmiyor, aksine sersemleştiriyordu. Biraz daha
uyumaya karar verdi. Yatağına öylece uzandı. Uyandığında hava kararmıştı bile.
Uyanır uyanmaz yine düşünmeye başladı. Canı sıkkın gibiydi. Mutluydu, nedenini
bilmiyordu ama mutluydu. Her şey onun için yolunda gidiyordu. Yıllardır kendini
inandırdığı bir yalandı belki de bu. Yani mutlu olmak. Kendini mutsuz hissetse
bile “Mutluyum.” der ve bundan güç alırdı.Kendini kandırmaya daha ne kadar
devam edebilirdi? Mutsuz olduğunda bile “Mutluyum.” demek ona güç veriyor
olabilirdi ama mutlu hissettirmiyordu. Hayatı boyunca kaybetmediği tek şey
gülümsemesi olmuştu. Ne olursa olsa hep gülerdi. Ama içinde hep eksik bir şey
vardı. Sanki hiç kapanmayan, gün geçtikçe tazelenen ve büyüyen bir boşluk gibi,
bir acı gibi. Belki de onu bu hale getiren şey oydu. İsmini koyamadığı şu garip
his. Bunu geçirecek olan şey neydi bilmiyordu. Gidip zil zurna sarhoş olana
kadar içmeliydi belki de. Evet, evet bunu yapacaktı! Biraz kafasını dağıtmak
iyi gelebilirdi. İyi gelecekti. Biliyordu. Eski giysi dolabından bir şort ve
bir de tişört aldı. Düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı ve artık
hava iyice kararmıştı. Sersemleten rüzgara önlem olarak da ince bir hırka aldı
dolabından. Vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi ve
merdivenleri tak tak diye ses çıkarta çıkarta aşağıya indi. Yakınlarda bildiği
güzel bir bar vardı. Oraya gitmeye karar verdi. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü.
Gecenin kendine has sarhoş eden bir tadı vardı zaten. Bu yüzden sarhoş olmak
için çok içmesine gerek kalmayacaktı. İçeriye girdi. İçeriye girer girmez bütün
erkeklerin gözü bir kez de olsa onu süzmüştü. Fakat onun tanıdık bir yüz
olduğunu fark edince hiçbiri ikinci kez bakma zahmetinde bulunmamıştı. Barmenin
etrafında çevrili olan uzun ve kıvrımlı masanın önündeki sandalyelerden birine
oturdu. Etrafı sarı ve loş ışıklar aydınlatıyordu. Yere dökülen biralardan
yerler pis ve yapış yapıştı. İnsanların buna pek aldırış ettiği söylenemezdi.
Herkes içkisiyle birlikte keyfine bakıyordu. Bu barı özel kılan buraya sık sık
gelmesi dışında, burada çalışan barmenin lise arkadaşı olmasıydı. Sevdiği ve
kendine yakın gördüğü bir arkadaşıydı. Liseden beri hiç kopmamışlardı. Hep
görüşürlerdi. Arkadaşı bu barda çalışmaya başlayalı iki ya da üç yıl olmuştu. O
günden beri bu bara geliyordu zaten. Bundan önce hep gittiği bir bar vardı.
Arkadaşı burada çalışmaya başlayınca da buraya gelmeye başlamıştı. Kısa bir
muhabbet ettiler.
-Bu gece sarhoş olmak için
geldim.
-Ne oldu?
-Yok bir şey kafamı dağıtmak
istiyorum.
-Emin misin?
-Bana içki verecek misin
artık? Yoksa başka bara mı gideyim?
-Eve nasıl gideceksin?
Saçmalama sarhoş olmana izin veremem.
-Beni sen bıraksan? Lütfen,
iki adımlık yer biliyorsun.
-İyice saçmaladın sabah
çıkıyorum ben buradan.
-Tamam. Ben de sabaha kadar
içerim. Bunca yıllık arkadaşınım.
-Sana bunu yapamam.
-Bunu ben istiyorum. Erken
çık bugün. Bir şeyler yap lütfen. Tek arkadaşım sensin bu çevrede.
-İyi, iç bakalım. Her
zamankinden mi hanımefendi?
-Evet, lütfen. Teşekkür
ederim.
-Al bakalım ve kapat çeneni.
-Tamam tamam.
Gece dörde kadar durmadan
içti. Zil zurna sarhoşluğu zirvelerde yaşıyordu. Arkadaşı zar zor aldığı izin
aldığı işinden sadece ona söz verdiği için iki saat kadar erken çıkmıştı.
Yaklaşık on senedir hatta daha bile uzun süredir arkadaş oldukları için
arkadaşının ricasını geri çevirememişti. İçmekten neredeyse baygın durumdaydı,
yürüyemiyordu. Bu yüzden arkadaşı onu kucağına almış o şekilde evine
götürüyordu. Şortunun cebinden evin anahtarını aldı, kapıyı açtı. Onu yatak
odasında yatağına yatırdı ve evden çıktı. Sabah uyandığında –sabah değildi
lafın gelişi saat öğlen üçtü- dört dörtlük bir baş ağrısıyla karşı karşıyaydı.
Tam tahmin ettiği gibi. Ama çok rahatlamıştı. Sanki bütün kötü şeyler gecenin
karanlığına ve içkilere karışıp gitmişti. Mutluydu. Ve bu mutluluk lafın gelişi
değildi. Televizyonuna yapıştırılmış bir notu zar zor okudu; “Sözümü tuttum.
Bir daha bu kadar dağıtma kendini, lütfen. Bir gün de gel adam akıllı konuş.
Dök içini. Bir bardak viski de veririm. İyi geceler.” Hafif bir tebessüm
ettikten sonra kafasını tekrar yastığa koydu. Leş gibi içki kokuyordu. Duş
alması gerekiyordu. Zar zor da olsa ayağa kalktı. Ve duşa girdi. Çıktığında
kendini iyice rahatlamış ve ferahlamış hissediyordu. Saçlarını kuruttuktan
sonra üstüne rahat kıyafetler giydi. Biran için daldı, aklına geçen gün intihar
eden adam gelmişti. Hala anlam veremiyordu. Hayattan vazgeçtiği çok zaman
olmuştu. Yaşamak istemediği, yaşamdan vazgeçtiği, umutlarını yitirdiği çok
dakika olmuştu hayatında. Ama o pes etmemişti. Belki hep dimdik duramamıştı
hayatta ama hayattan vazgeçmemişti. Aslında bir kez çok yaklaşmıştı pes etmeye.
Kendini camdan öylece gecenin karanlığına bırakmaya çok yaklaşmıştı. Ama
yapamamıştı. Hayatı boyunca dimdik duramamıştı ama pes de etmemişti. Hala onu
yaşama bağlayan bir şeyler vardı. Yaşamalıydı. Çünkü ölünce eline hiçbir şey
geçmeyecekti. Oysa ki o adam bunları hiç düşünmeden intihar etmişti. Belki de
hayattan intikam almıştı. Onu bu kadar yoran bu kadar sıkan bir hayattan
intikam almak için intihar etmişti. Bu ona en mantıklı çıkış yolu gibi
gelmişti. Aynı şu herkesin sevdiği ve beğendiği eserler gibi kafada soru
işareti bırakan bir sonu vardı adamın. Üstelik tamamen bir soru işareti
bırakıyordu kafada. Nedeni de nasıl olduğu da bilinmiyordu. Evet, intihar etmişti, nasıl olduğu sorusuna az çok
cevap veriyordu bu. Ama neden? Neden intihar etmişti? Çok mu mutsuzdu? Hayır,
bu onu yapamazdı. Hayattan intikam almak hala ona en mantıklı cevap gibi
geliyordu. Ama değer miydi bunu da bilemiyordu. Düşündükçe işin biraz daha
içine giriyordu, düşünceleri biraz daha yoğunlaşıyordu, derinleşiyordu. İşin
içinden çıkamayacağı bir hale gelecekti yakında. Bunu bildiği için başka şeyler
düşünmeye karar verdi. Ona ne olacaktı? Bu şekilde yaşamaya devam mı edecekti?
Yoksa sonu o adamınki gibi mi olacaktı? Bunu tahmin edemiyordu. Onu bu hale getiren
hayatsa neden hayata meydan okumuyordu? Meydan okumak, intikam almaktan daha
etkili bir yöntemdi, biliyordu. Derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi verirken
sanki her şey ona bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldi. Evet! İşte bu! Her
şey ona bir şey anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü maviyse bunun bir anlamı
olmalıydı, kuşların ötmesinin bir anlamı olmalıydı, mevsimlerin şaşmasının bir
anlamı olmalıydı, insanların bencil olmasının bir anlamı olmalıydı, o adamın
intihar etmesinin bir anlamı olmalıydı. Her şeyin bir anlamı vardı. Ve bu
anlamlar onun için yüklenmişti. O aydınlansın diye. Artık o bir şeyleri farkına
varsın diye. Derin bir nefes daha aldı. Yine verirken her şeyin bir anlamı
olduğunu ve bu anlamların onun için yüklenmiş olduğunu düşündü. Sokak kapısına
yürüdü. Aşağıya indi. Ve omuzları dimdik kapıdan çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder