1 Ağustos 2013 Perşembe

Tahrik Eden Kan

Ne garip hayat, öyle değil mi ? Etrafımızda olan bitenlere seyirci kalmak... Ne kadar normal geliyor bize ? İnsan olduğumuzdan şüphe duyduğum zamanlar oluyor. Daha doğrusu ne kadar insanız bundan şüphe ediyorum. Neden yaşadığımıza anlam veremediğim dakikalar oluyor... Hadi gelin o dakikalardan birine götüreyim sizi... 



Başkalarının acılarından zevk alır hale gelmişti. İnsanların canını yakmak, en az kendine zarar vermek kadar mutlu ediyordu onu. Bu acıyı insanlara elinde olmadan veriyordu. Kendi elinde olan bir şey değildi bu. İnsanlar onu seviyordu. Ama o insanları sevmiyordu. O zaman da suçlu o oluyordu. Yıllar geçtikçe daha iyi bir oyuncu olmuş ve insanları sevmese de bunu ona belli etmemeye başlamıştı. İyi ki vardı. Kendini seviyordu. O olmasaydı birçok insan bu kadar iyi olamazdı. Onun sayesindeydi insanların bütün gülümsemeleri, bütün sevinçleri. İnsanların çoğuna inanmıyordu, inanamıyordu artık. Ne zamandan beri bu haldeydi ? Uzun bir zaman sayılamazdı. Etrafında olan biten hiçbir şeye aldırış etmeden boş boş yaşıyordu. Etrafındaki insanlar üzülüyordu, gülüyordu, ağlıyordu... Onun ise bu umrunda bile değildi. Gece evine gittiğinde kahvesini ve sigarasını alıp camın kenarında öylece ince ince yağan yağmuru seyrederdi. Evi iki katlıydı ve o yağmura yakın olmak için her zaman üst katta oturup izlerdi yağmuru. Ona karışabilecek kişilerin hepsini, yağmurla birleşince en güzel kokuyu salan toprak alıp götürmüştü. Hem de çok uzun zaman önce. Bu yüzden yalnızdı bu hayatta. Diğer insanlar için yalnızdı. Ona göre ise o özgürdü, yalnız değil. İstediği zaman istediği gibi gezip eğlenebiliyordu. Sınır yok, özgürlük var. Dışarıdan onu görenler onu acımasızca eleştiriyordu. "Zavallı kimsesi yok." diyen teyzeleri öteki kaldırımda yürürken bile duyduğu oluyordu. Henüz yirmi bir yaşındaydı. Ama mutlu bir hayatı vardı. Sevdiği ve uzun süredir birlikte olduğu bir erkek arkadaşı vardı. Çok sık tartışsalar bile ikisi de asla birbirini bırakamazdı. Çakan bir şimşekle dikkati dağıldı. Hatta öyle ki sigarası elini yaktı. "Ah ! Kahretsin !" diye sövmekle yetindi. Öylece izlemekle kalmayacaktı, dışarı çıkıp yağmuru hissedecekti. Çıktı. Topuklu ayakkabılarını, dizlerine kadar gelen paltosunu da giyip çıkacaktı. Şemsiye almalı mıydı ? Şemsiyesini yerinden aldı. Ama yanına almamaya karar verip yerine geri bıraktı. Yağmuru hissetmeliydi. Onu severdi. Öyle ki sırf bu yüzden yaz mevsiminden iğrenirdi. Kahvesini bıraktığı için her ne kadar üzgün olsa da sigarası yanındaydı. Sigarasını yakıp karanlık yollardan ilerlemeye devam etti. Oturduğu yer, yaşadığı şehrin göbeği sayılırdı. Her adım başı rastlayabileceği bir bar mutlaka vardı. İçmeyi sevmezdi. Ancak çok canı sıkkın olduğunda dozunda içerdi. Hiç zil zurna sarhoş olmamıştı. Kafası çok bulanıktı. Canı çok sıkkındı. Hiç düşünmeden kendini bir bara öylece attı. Bir bardak bira istedi. Birasını içerken insanları düşünmeden edemiyordu. Her derdi olan ona geliyordu. Bu durumdan şikayetçi değildi. Ama o da yorulmuştu artık. İnsanların yaşadığı şeyler bazen cidden çok büyük ve acı şeyler olabiliyordu. Ve bu onu zamanla başkalarının acılarından zevk aldırır hale getirmişti. Şükür ede ede acılardan zevk almayı öğrendi.


-Bir bardak daha alabilir miyim ? 

-Tabii ki hanımefendi. 

İkinci bardakta düşünceleri biraz daha derinleşti. Hayır, ters giden bir şeyler olmalıydı onun da hayatında. Ya insanlar bazı şeyleri çok abartıyordu ya da cidden kusursuz bir hayatı vardı. Sanmıyordu. Dışarıdan bakanlara göre asıl acınası durumda olan oydu. Hayatı boyunca asla "keşke" dememiş, yaptıklarının arkasında durmuştu.  Hiçbir şeyden pişman olmamıştı. Tek pişmanlığı insanları sevmekti. 


-Bir tane daha.

-Elbette. 


Üçüncü bardakta düşünceleri hafif bulanıklaşsa da babasının o annesini öldürdükten sonra kendisini öldürdüğü o an asla gözünün önünden gitmiyordu. Bunu nasıl yapabilmişti babası ? O gün babası eve sarhoş gelmiş, her zamanki gibi annesi dövmüştü. Annesi elindeki bıçağı babasına doğru tutunca da babası biran bile düşünmeden silahını çıkarıp, otuz yıldır aynı yastığa baş koyduğu ve istese onun için canını verebileceği karısının canını almıştı. Bir süre boyunca hiçbir şey yapmadan annesinin ölüsünün yanında öylece oturup ağlamış, sonra da kendi kafasına sıkmıştı. 


-Bana..bir ta...ne..da..ha...

-Hanımefendi iyi misiniz ?
-Bi..bi..bi tane da..ha dedim..

-Tamam veriyorum. 

Dördüncü bardakta o günü olduğu gibi kafasında oynatıyordu. Korkak korkak merdivenlerin kenarından annesine ve babasına öylece bakışını, içinin nasıl ürperdiğini adeta hissetmişti yine. Yağmurlu bir havaydı. Şimşek çakmış, korkup ağlayarak aşağıya inmişti. İndiğinde anne ve babasını birbirine bağırırken gördüğü için yanlarına gitmeye cesaret edememişti. Emin değildi. Ama annesinin bir yerleri kanıyor bile olabilirdi. Sonra da o bütün olanlar. Hem babasının hem annesinin ölümüne şahit olmuştu. Dayanılmaz bir acı hissetmişti. Daha altı yaşında olduğu için o zaman olayın ciddiyetini anlayamamıştı. 


-Bir...

TAK ! 
-Hanımefendi iyi misiniz ? 
-Hanımefendi ? Cevap verin lütfen ?! 
-Hanımefendi. 


Çoktan bayılıp düşmüştü bile. Şansına mı denir şansızlığına mı denir barmen iyi niyetli yirmi, yirmi beş yaşlarında bir çocuktu ve onu kucakladığı gibi hastaneye götürdü. Çünkü başında bir yara vardı ve kanıyordu. 

-Çok şükür iyisiniz.

-Pardon ? Siz... Siz kimsiniz ? 
-Ne olur zorlamayın kendinizi. Daha sonra konuşulur bunlar.

Çok geçmeden tekrar gözleri kapandı ve uykusuna devam etti. Gözünü tekrar açtığında beyaz büyük bir odadaydı. Koluna bağlı olan serumu görünce bir şeylerin ters gittiğini ve buranın bir hastane olduğunu anladı. Yanındaki koltukta uyuyakalmış olan erkek arkadaşı elinden tutuyordu. Belli ki uzun zamandır onun uyanması için bekliyordu. Erkek arkadaşının elini tuttu.


-Çok şükür hayatım ! İyi misin ? Nasılsın ? 

-Ben, ben iyiyim. O nerede ? 
-Kim sevgilim ? 
-Buraya beni kucağında getiren adam, bir ara gözlerimi açtığımda bir adamın kucağındaydım. 
-Barmeni diyorsun. Delikanlı çocukmuş, hakkını vermek lazım. Onun yerinde başka biri olsaydı... Düşünmesi bile kötü. Kucakladığı gibi hastaneye getirmiş seni. 
-Ben iyi miyim  ?
-İyisin birtanem. Sadece başında küçük bir yara var, dikiş attılar. Önemli bir şeyin yok.
-Peki o adam şimdi nerede ? 
-Bilmiyorum, ben hastaneye geldiğimde yoktu. 
-Eve ne zaman gideceğiz ? Burada kalmak istemiyorum, lütfen. 
-Birkaç güne.
-Peki. 

Birkaç gün sonra evde yine oturmuş, yağmuru izliyordu. Ve istemeden de olsa o barmeni düşünüyordu. Yüzünü hayal mayel hatırladığı bu adam, onun hayatını kurtarmıştı belki de. Evet, önemli bir yarası yoktu. Ama o an orada ona yardım etmeseydi, diğer insanalar onun için bu kadar iyi niyetli olmayabilirdi. O adamı bulup teşekkür etmek istiyordu. Kalktı. Ayağına yine topuklu ayakkabılarını geçirdi, paltosunu giydi.  Şemsiyeye öylece baktı. Ve yine vazgeçti. O barın yolunu tuttu. İçeri girdiğinde hiç tanıdık yüz olmadığını fark etti. Hayal kırıklığına uğradı. Onu baştan aşağıya süzen başka bir barmene isteksizce onu kurtaran adamı sordu. Barmen, onun dün gece öldüğünü söyledi. "Ne ?! Olamaz !" diye bağırdı. Bu bağırış bütün gözleri üstüne çekmişti. Barmen ona "Hanımefendi, lütfen dışarı çıkar mısınız ?! Adımızı kirletmenize izin verecek halim yok !". Sert adımlarla dışarı çıktı. Nasıl olurdu bu ? Daha hayatını borçlu olduğu adama teşekkür edememişti bile. Bu olamazdı. Başkalarının acısından zevk alırdı normalde, ama bu onun da acısıydı. Olamazdı. Kabul etmek istemiyordu. "Lanet olsun !" Topuklu ayakkabısının topuğu kırılmıştı. Eve çok kalmadığından yürüyerek eve kadar gitti. Eve girdiğinde zemin kaygandı. Dengesini kaybetti. "VAHŞİ ÖLÜM !" diye ertesi gün bütün gazetelerde adı çıktı. "B.T. (21) evinde vahşice ölü bulundu. Genç kızın boynuna saplanan şemsiye onu hayatından etti." O şemsiye, birkaç gün önce ve şimdi yağmuru hissetmek için, dışarı çıkarken yanına almadığı o şemsiye... Yağmur için ölmüştü. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder